Âşık Remzâni

 

 

YEDİ ULU OZANLAR

Araştırma Dosyası: Yazan  Sadık Erenler

Kaynakça: A. Celalettin Ulusoy, Yedi Ulular

 

ALEVİLİK' TE  YEDİ  ULULAR

Yedi Ulular, Alevi-Bektaşi toplumu içerisinde ''Yedi Ulu Ozan'' olarak ün yapıp, verdikleri eserlerle Alevilik yolu ve erkanına ışık tutmuşlar ve bizlerin gönlünde gereken kutsal mekana oturmuşlardır. Ama şu yanlış anlaşılmamalıdır;

 

Alevilik-Bektaşilik yolunun yazılı edebiyatına baktığınız zaman Yedi Uluların dışında da nice değerlerimiz vardır. Biliyoruz ki, bu Uluların dışında var olan ozanlarımızın eserlerinin de  Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'ine sevgi ile dolu olması, Alevi-Bektaşi yolunu ve tasavvuf felsefesini büyük bir coşkuyla işlemeleri ve bunu ustaca kullanmaları aynı hak ettikleri değeri onlara vermemize asla engel değildir. Ama Alevilerce kutsal olan yedi sayısının bu Ulularla vücut bulması bu sayıyla anılmasını da gerekli kılmıştır düşüncesindeyim. Yedi Uluların içinde veya dışında sayılması hiç bir ozanımızın ve aşığımızın bizim gözümüzdeki değerini de değiştirmez.

 

Yedi Ulular, değişik dönemlerde yaşamışlardır. Ama verdikleri tasavvufi eserlere bakıldığı zaman, kullandıkları sade dil ve işledikleri konu içerik olarak birbiriyle uyum içindedir. Çünkü Uluların tümünde bir Yaradan aşkı ve O'na duyulan muhabbet vardır. İlahi aşkı yaşayan bu Ulular, Alevice deyimle İnsan-i Kamil mertebesine de erişmişlerdir.

 

Gerçekler her zaman acı vermiştir insanoğluna. Ama gerçekleri duymaktan, gerçekleri yaşamaktan da geri kalmamışızdır çoğu zaman. Bizim tarihsel sürecimize baktığımızda, çok bilinmiyenli denklemlerin önümüze uzatıldığını görürüz. Zorlanırız, kaygılanırız, direniriz, üzülürüz ama sonunda gereken neyse onu yapar, çözer ve rahatlarız. Salt Yedi Ulular değildir haklarında az şey bildiğimiz veya çok şey bilmediğimiz. Sazıyla, sözüyle, onurlu direnişiyle hakların eşitliği ve özgürlüğü temelinde Aleviliğin bayraktarlığına sıvanan ve hiç bir taviz vermeyen nice nurlu insanımızın ( Işık İnsanları)  ne doğru dürüst, ne zaman, nerede doğduklarını biliriz, ne de ne zaman Hakk'a kavuştuklarını. Her kaynak başka bir tarihi, başka bir yeri işaret eder, dolayısıyla da okuyucuda kuşkular oluşur, acaba hangi tarih doğrudur, hangi araştırmacı doğru yazıyor, diyerek. Umarız, kurulan Alevi akademileri ve Enstitüleri bu sorunları çözecek ve Alevilik-Bektaşilik yolunda yapacakları doğru, yerinde değerlendirme ve tesbitlerle gelecek kuşaklara daha sağlam bilgi aktarımına olanak sağlayacaklardır.

 

                   

 

SEYYİD   NESİMİ

Seyyid Nesimi, Alevi-Bektaşi toplumunun kutsal bir şairi olarak kabul görür. Okurlara kesin bilgiler sunmak ne yazık ki mümkün değil. A. Celalettin Ulusoy, ''Yedi Ulular'' adlı eserinde; Nesimi'nin doğum yerleri hakkında değişik bilgiler ileri sürer. ''Tuhfe-i Nail'' adlı eserde ve ''Latifi Tezkeresinde'' Bağdat yakınlarındaki ''Nesim'' köyünde doğduğu, Aşık Çelebi'nin ''Meşarü's-Şu'ara'' ve Ali Emiri'nin ''Esami-i Şu'ara'i Amid'' adlı eserinde Diyarbakır'lı olduğu, Abbas El-Azzavi'nin ''Tarihu'l-İrak'' isimli kitabında  İran sınırları içindeki Tebriz'de dünyaya geldiği, Bursa'lı Tahir Bey de, ''Osmanlı müellifleri'' adlı kitabında Nesimi'nin Nusaybinli olduğunu yazmakta, Selman Mümtaz da ''Nesimi Divanında'' O'nun Şirvan'da doğduğunu  olası görmekte. Yedi Ulular'da ise, Nesimi'nin bir Azeri Türkü olduğu kabul görmektedir. A. Celalettin Ulusoy, haklı bir gerekçe ileri sürerek doğum tarihlerine ve nerede doğduklarına  takılıp kalınmaması gerektiğine işaret ediyorsa da, yine de hangi dönemde yaşadığına dair ipucları vermenin bir sakıncası da yoktur. Şöyle ki: Bazı kaynaklar 1369 – 1417 tarihini gösterirken, bazı kaynaklar da 1345 – 1418 tarihini göstermektedir. En azından Hakka yürüme tarihinde büyük benzeşme vardır. Nesimi'nin neler yaptığı, neleri nasıl ve niçin söylediği bizim için önemlidir diye düşünmekteyiz. Nesimi'nin, Muhammed Ali kavramına gönülden bağlı ve o aşkın her şeyin üzerinde olduğu, onun bu dönülmez yolun yolcusu olduğunda yatmaktadır.

 

Nesimi, özde inandığı Tanrı aşkını coşkun bir dille topluma aktardığıdır. Yazı dili Türkçedir, Azeri lehçesiyle yazmaktadır. Halkın inancına göre; Nesimi'nin Seyyidlik ünvanını Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in soyundan geldiği için aldığı yönündedir. Tüm şiirlerini Tasavvufi bir anlayışla ele alırken, İslam şeriatı ile bağdaşamadığını da şiirlerinde açıklıkla ortaya koymaktadır. Onun da ağzından Şah kelimesi eksik olmaz.     

 

Her kim sığındı sıdk ile Şah-ı Velayet'e

Aynı- el-yakın irişdi tarik-i hidayete.

----------------------------------------------------

Seyyid Nesimi Şah'a kul ol, ta ki eydeler,

Ahsente, Barek Allah o akl-ü kıfayete.

 

Nesimi'nin, İran, Irak, Azerbeycan ve Doğu Anadolu'da dolaşıp  inandırıcı ve büyüleyici konuşma tarzı ile dinleyenleri etkileyip kendilerinden geçirdiği yönündedir. Ününün o coğrafyalarda yayıldığı, hatta sayıların ve harflerin batını anlamları olduğunu ileri süren Hurufiliğin de yayıcılarından olduğu kaynaklarca doğrulanmaktadır.

 

Düşünür Pythgoras'tan gelensayı mistikliği, (sayı gizi, sayıların gizli anlamları) İslam düşüncesinde Esterabatlı Fazlullah'ın eliyle Hurufilik oldu. Her harf bir sayıyı karşılıyor, her sayı bir sözü anlatıyordu. Açıkça söylenemeyen söz, sayılarla harflerin ardına gizlenmişti. XIV. Yüzyılda yaşamış olan Fazlullah; sayılar, harflerle anlatmak istediğini açık söylemek  istediğinde karşımızda şu anlamda ifadesini buluyordu. ''Biz, evrenin Tanrısı olarak insanı bulduk.''

 

Hurufiliğe göre, var olan herşey sesten doğmuştur. Ses ise, en gelişmiş halini sözde bulur. Sözü ise ancak insan kullanır. Söz harflerden vücut bulur. Sözün aslı harftir.

 

Nesimi, Fazlullah'ın''Cavidan-name'' sinden etkilenmiş ve hurufiliğe esrarlı ve felsefi anlam ve nitelik veren şiirler yazmıştır. Yazılan bu şiirlerdeki hurufilik teması Alevi inancı ve Tasavvuf  felsefesine paralel bir doğrultuda büyük bir coşku ile işlenmiştir. Nesimi'ye göre; Allah Künt-ü kenz -gizli hazine halinde iken mutlak olan, sonsuz olan güzelliğini görünür hale getirdi. Bu alem içinde insan Tanrının varlığına girebilme yeteneğine sahip oldu. Tanrının güzelliğini yansıtır hale geldi. İnsanın özünü kuran,  sesti. Ses ise insanda söz olarak gerçekleşti. Bu itibarla Allah'ın ilk görünüşü ''Kelam'' (Dil, Kur'an) suretinde oldu. Kelam ile ortaya çıkış harflerle belirlendi. Böylece Allah'ın diğer bir tecellisi olan kamil insanın yüzünde Kur'an'ın 28 harfi görüntü verdi. (A. Celalettin Ulusoy, Yedi Ulular)

 

Nesimi'nin  yazmış olduğu şiirleri şarkı ve nefes ile bestelenmiştir. Ama o şiirlerini inancını yaymak için yazmamıştır. Yazdığı şiirlerle nasıl inandığını açıkça  ortaya koymaktan da kendini alamamıştır. Yüreğindeki Yaradan sevgisini nasıl içinden geldiyse o haliyle coşkulu ama abartmadan  ifade etmesini bilmiştir. O Tanrı ve insanı  iki parça olarak değilde bir bütün olarak tasavvur etmiştir. Gönlünde Tanrıya muhabbet besleyenin tek bir varlığa inanması kadar doğru bir şey olamaz. Birliğin  ve benliğin ancak Tanrıya yakıştığı, onda vücut bulduğu gerçeği yadsınamaz. Sonsuzluğun içinde Tanrı vardır.

 

Enel- Hakk kavramına kendiniöylesine adamıştır ki; bunu söylemek onda bir saplantı haline gelmiştir.

 

''Daim Enel-Hakk söylerem Hakk'dan çü Mansur olmuşam''

''Kimdür beni berdar iden bu şehre meşhur olmuşam''

 

Hallac-ı Mansur'un geçtiği sırat köprüsünden geçmeye dünden razı gibidir. Sonu da pek ona benzer.

 

Nesimi, Kah Farsça kah Türkçe dilini kullanmış, asla sade ve öz yazmaktan taviz vermemiştir. XIV. Ve XV. Yüzyılın en büyük şairlerindendir.

 

Yazılı kaynaklar yok denecekkadar azdır, olanı da şeriatçı zihniyetler yakmaktan, yok etmekten çekinmemişlerdir.

 

Bazı rivayetlere göre; Nesimi, II. Murat döneminde (Fatih Sultan Mehmet'in babası) Konya ve Ankara'ya geldiği, hatta Hacı Bektaşı Veli Dergahını ziyaret ederek Mürsel Bali ile de görüştüğü  yönündedir.

 

Nesimi'nin İslam şeriatı ile barışık olmadığını biliyoruz. Düşüncelerin idile getiren şiirleri, gazelleri yaşadığı dönemin egemenleri tarafından onun dinsiz olduğu, Kur'an hükümlerine ve şeriat ilkelerine karşı çıktığı yolunda yorumlanarak suçlamalara maruz kalmıştır.

 

Din uleması Hilal oğlu Şihbü'd-Din'in verdiği fetva uyarınca Mısır hükümdarı Şeyh El-Müeyyed: ''Derisi yüzüle, ölüsü Haleb'de 7 gün teşhir edile, yer yer durumu her canibe duyurula, sonra vücud uzuvları parçalana, birer parçası imanlarını tağyir (değiştirmek, başkalaştırmak, bozmak) ettiği Zülkadiroğlu Ali Beğ'le kardeşi Nasurü-d-Din'e ve Kara Yülük Osman'a gönderile,'' diye ferman yollar. Bu ferman en kısa sürede infaz edilir.

 

Bir rivayete göre; yüzülen derisini eline alan Nesimi, Halep şehrinin 12 kapısından aynı anda çıkarken görülmüştür. Yoldan geçen birisine, ''Gerçek Kabe'nin yolcusuyuz,'' deyip elindeki yüzülen derisini de göstererek, ''İhramımız budur,'' (Kabe'ye girerken hacıların örtündükleri dikişsiz bürgü)  diye de eklemiştir.

 

            

                   

 

ŞAH  HATAYİ   ( 1487 – 1524 )

Alevilerin  Yedi Ululardan biri olarak  kabul ettiği ünlü İran hükümdarı Şah İsmail'in yazdığı şiirlerinde kullandığı mahlas Hatayi'dir.

 

Hatayi, diğer adı Şah İsmail, 17 Temmuz 1487 yılında İran'ın Erdebil şehrinde tanınmış bir Azerbeycanlı ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Baba tarafından Şeyh  İshak  Seyfettin'in  (Safiyüddin)  Erdebili'nin  soyundandır. Şah İsmail'in babası Şeyh Haydar, dedesi ise Şeyh Cüneyt'dir. Hatayi, anne tarafından da  o devrin en köklü ve tanınmış bir ailesine mensuptur. Anası Alemşah Halime Begüm Sultan, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın kızı, Sultan Yakub'un da kız kardeşidir.

 

Şah İsmail'in babası Şeyh Haydar'ın Şirvan Hükümdarı Ferruh Yesar ile arası açılır. Aynı zamanda da kaynı olan Akkoyunlu hükümdarı Yakup, Şeyh Haydar'a karşı Şirvan hükümdarına yardım eder. Kaynı tarafından ihanete uğrayan Şeyh Haydar, 1488 yılında yapılan savaşta  yenilir ve öldürülür. Şeyh Haydar'ın geride kalan  karısı ve üç oğlu; 2 yaşına yaklaşan İsmail ve abileri Sultan Ali ve İbrahim Vali tarafından Şiraz'da 3 yıl mahkum edilirler. Akkoyunlu hükümdarı Yakup ölünce yerine oğlu Rüstem Mirza geçer ve Şeyh Haydar ailesinin desteğinden yararlanmak için üç kardeşi hapisten kurtarır. İsmail'in ağabeyi olan Sultan Ali, Akkoyunluların yanında katıldığı iki savaşı da kazanınca Tebriz'e döner ve orada krallara layık bir törenle karşılanır ama halkın gösterdiği bu ilgi Rüstem Mirza'nın dikkatini çeker ve işkillenir. Halkın üzerinde manevi bir gücü olan aileden korkması gerektiğini düşünerek onları ortadan kaldırmanın yollarını arar. Sultan Ali, Rüstem Mirza'nın hareketlerinden durumu sezerek kardeşlerini de yanına alıp ata yatağı Erdebil'e kaçarlar.

 

Sultan Ali'nin  kaçış yolunda olduğunu çaşıtlarından öğrenen Rüstem Mirza, asker salar ardlarından. Sultan Ali, askerlerin kendisini ve kardeşlerini ele geçireceklerini anlayınca, iki kardeşini yanındaki müridleriyle Erdebil'e gönderir ve kendisi geride artçı kalarak askerlerle çatışır ve öldürülür. Sağ salim Erdebile varan İsmail ve kardeşi oradaki müridlerince korumaya alınır. Ama Rüstem Mirza tarafından sürekli izlendikleri için oradan da kaçarak ilkin Bağru Dağına, ardından da  sırasıyla Gilan, Gaskar, Reşt ve Lahican'a götürülürler. Lahican'ı mekan tutan İsmail, Gilan hükümdarı Mirza Ali'nin sarayında misafir edilirler. Orada Lala Hüseyin adlı bir öğretmenden özel eğitim almaya başlar. Sonra o dönemin tanınmış alimlerinden dini, siyasi ve askeri dersler alır. Müridler her nerede olursa olsun onu yalnız bırakmamakta sürekli görmeye gelmektedirler. Akkoyunlu hükümdarı Rüstem Mirza, bir türlü ele geçiremediği iki kardeşin Lahican'da olduğunu öğrenip oraya asker çıkarmak isterken 1497 yılında öldürülünce, İsmail artık harekete geçmenin zamanının geldiğini anlar ve müridlerini toplayarak ilkin Hazer kıyılarındaki Aravan'a, sonra da Erdebil'e gelir. Bu arada Şii olan Türk aşiretleri de kendisine katılmışlardır. Kendi ailesine ve oradaki şiilere yapılan eziyetlerin öcünü almak için harekete geçer. 1500 yılının yazında Şamlı ve Rumlulardan 2 bin kadar Kızılbaşla Karabağ, Kağızman, Tercan yolu ile Erzincan'a gelir. Burada Kızılbaşlar ve Karabağ süvarilerinden oluşan 7 bin askerle Şirvan'a hücum edip babasının öcünü alır. 1502 yılına değin çetin bir mücadele vererek Azerbeycan şehri Baku'yu ele geçirmiş, Nahcivan'da da Elvend beyi yenmiş olarak Tebriz'e gelip şahlık tacını giyer.

 

İran'da Safevi Şahı tacını giyince egemeni olduğu ülkenin sınırlarını genişletmek  ve inandığı 12 İmam Şiiliğini yaymak için çalışmalara başlar.

 

Dur durak bilmeyen Şah İsmail,1502'nin ilkbaharında Fars ve Irak'ı, Acem hükümdarı Murad beyi yenerek de  Şiraz'ı alır. 1507 yılında Erciş, Ahlat ve Bitlis'i alarak Elbistan'a oradan da Tokat'a kadar  ilerler. Osmanlı padişahı ile barış anlaşması yapmak istemişse de kabul edilmez. 1510 yılında Merv'de Özbek hanı Şiybani'yi yenmiş, Horasan'ı da topraklarına katmıştır. Anadolu toprakları üzerinde de yoğun bir Alevi nüfusu yaşamaktadır. Şah İsmail burada da Şiilik propagandası yapmaya başlar. Anadolu'nun Alevi halkı, kendi dilinden konuşan, kendisiyle aynı inancı yaşayan bu genç insanı görmek, onun soluduğu havayı solumak, Ehl-i Beyt için söylediği deyişleri - duazı imamları dinlemek için  akın akın yollara düşüyorlar, onu gördüklerinde içlerine dayanılmaz bir huzur akışının dolduğunu seziyorlardı. Temelini atalarının attığı Osmanlı İmparatorluğu artık onları görmez ve duymaz olmuştur. Hiristiyanlara ve Musevilere gösterilen inanç özgürlüğü onlar için rafa kalkmıştır. Osmanlının gösterdiği tek hoşgörü ''Gayri Müslim'' dediklerinedir. Kendi dininden olan ama Sünni İslama yanaşmayan Alevi kesimi o topraklar üzerinde üvey evlat muamelesi görmektedir. Bir de ekonomik koşullar o topraklarda yaşayan herkes için giderek kötüleşmiş. Bu açıdan bakılınca Şah İsmail  cankurtaran  gibi gelir kendilerine. Şah İsmail de kendi inancından olan bu insanları  inançsal özgürlüğe kavuşturmak için kucak açar ve  Anadolu'da hüküm süren Osmanoğulları ile çatışmaya girer. Osmanlıdan hoşnut olmayan Anadolu Alevisi ise, Şah İsmail'i kendi kaderleri olarak belirlerler ve ona yüreklerini açarak  yanında yer almaya karar verirler. Zaten Anadolu'nun bazı kesimlerinde  toplumsal hoşnutsuzluklar baş gösterip yer yer isyanlar çıkmaktadır. Trabzon'da sancak beyi olan şehzade Yavuz Selim, Anadolu'nun yavaş yavaş elllerinin altından  Safevi Şahı İsmail'e doğru kaydığını anlar ve Osmanlı  tahtında oturan padişah babası II. Beyazit'in hiç bir şey yapmadığını görerek onu tahtından indirir, kardeşleriyle yaptığı taht kavgalarını da kazanarak Osmanlının yeni padişahı ünvanını alır.

 

1514 yılında Çaldıran denilen yerde yeni Osmanlı padişahı Yavuz Selim'in top-tüfek  kullanan ordusu  ile meydan savaşına  girişen Şah İsmail, ateşli silah kullanmadığı için  yenilir ve savaş meydanını terk eder. Şah İsmail'in Çaldıran savaşında 12 İmamı temsilen 12 dilimli kızılbörkü başına taktığı da rivayetler arasındadır. Diğer bir rivayete göre de, Şah İsmail'in babası Şeyh Haydar'ın 12 dilimli börk giydiğidir.

 

Tüm maddi ve manevi gücünü yitiren Şah İsmail, yeniden çevresindeki komşularıyla kültürel ve siyasi ilişkiler kurmak isterse de Çaldıran savaşı yenilgisinin kendisi için sonun başlangıcı olduğunu anlar ve oğlu Tahmasb'ı kendine halef seçip ülke yönetiminden vazgeçerek kendi içine çekilir. 1524 yılında ziyaret amacı ile geldiği Erdebil'de Hakk'a yürüdü ve büyük dedesi Şeyh Safiyüddin'in türbesi yanında toprağa verildi. Bazı kaynaklar Şah Hatayi'nin Azerbeycan'da Hakk'a yürüyüp sonra Erdebil'e götürüldüğü yönündedir.

 

Araştırmacı Nejat Birdoğan,1991 yılında Can yayınlarında çıkan Şah İsmail Hatayi adlı kitabında Şah Hatayi'yi şöyle anlatmaktadır: ''Müridleri İsmail'i ve İbrahim'i kaçırıp gizlediler. İsmail bu sırada altı yaşında idi. Onu Erdebil'in Anadolu (Rum) mahallesinde Ebe adındaki bir kadın gizliyordu. Ancak bulunması olasılığı belirince İsmail Gilan'a kaçırıldı. Orada da altı yıl kaldı. Hep ziyaret edildi. Bu aralarda  Akkoyunlu yönetiminde baş gösteren saltanat boğuşması İsmail'in işine yaradı. 1499'un ağustosunda oniki yaşında iken Gilan'dan ayrıldı. Hazar Denizi'nin batısındaki Tarum'a geldi. Yanında müridleri de vardı. Yolculuğu halhal üzerinden Erdebil'e dayandı. Ancak Erdebil valisi kendini içeri almadı. İsmail, Hazar kıyısına Ercuvan'a gitti.1500 yılının amansız kışını orada geçirdi. Amacı Anadolu'ya gitmekti. Anadolu'daki yandaşlarına Erzincan'a gelmeleri için ulaklar yolladı. Kendisi de bir gece yola çıkıp Sa'd Çukuru (Erivan-Iğdır), Kağızman, Erzurum, Tercan üzerinden Sarıkaya yaylasına geldi. Bu yolculuk sırasında  hiç bir zorluğa uğramadığı gibi, onüç yaşındaki bu kişilik Anadolu'yu sevinçten ve umuttan ayağa kaldırıyordu. Anadolu Erzincan'a akıyordu. Sivas, Amasya ve Tokat'tan Ustacalu, Samlu, Rumlu Türkmenleri, Antalya'dan Teseli Türkmenleri, Maraş'tan Zülkadir Türkmenleri bölük bölük geliyorlardı. İşte Safavi Devleti'ni bu Orta ve Güney Anadolu Türkmenleri kurdular.'' Sayın Nejat Birdoğan Şah Hatayi ile Osmanlı padişahı II.Beyazit'in arasının iyi olduğunu, hatta Şah Hatayi'nin padişaha ''baba'' diye hitap ettiğini belirtiyor.

 

Bazı kaynaklar da, II. Beyazıt'ın Bektaşi tarikatına bağlı olduğunu yazıyorlar.

 

Alevi-Bektaşi yazılı edebiyatında öğretici (Didaktik) ve duygulu, coşkulu (Lirik) şiirler yazan Şah İsmail, her iki şiir ölçüsünü de (Hece vezni, Aruz vezni) başarıyla kullanmıştır. Şiir dili bazen Türkçe, bazen Farsçadır. İyi bir eğitimden geçtiği şiirlerinin güçlü anlatımlarında kendini göstermektedir. Halk dilinde yazdığı  nefesler son derece sade ve akıcıdır. Şiirlerinde bazen  bir kahraman, bazen halktan biri, bazen de savaş meydanlarında zafer kazanmış kahramanların duruşu vardır. Ama genel anlamda hoşgörüyü şiirlerinin derinliklerinde sezinleten alçakgönüllü bir dervişin sevdiklerine seslenişi vardır. Şiirlerinde Hatayi mahlasını kullanmasının nedenini A. Celalettin Ulusoy şöyle açıklamaktadır. '' Hatayi'nin anlamı:  Çiçek, çiçekle yapılan süsleme. Hint kumaşı anlamına da gelmektedir. Çeşitli inanç sistemlerinin ayrı ayrı güzel ve kokulu bir çiçek gibi olduğunu, insanlığın mutlu olması için bu çiçeklerin ahenkli ve anlamlı olarak bir araya gelmesi gerektiğine inanan Şah İsmail'in Hatayi mahlasını bu amaçla kullandığı söylenmektedir. Bazılarına göre ise; bitkilerden, ipek böceklerinden, koyunlardan alınan liflerin ayrı ayrı bir değeri ve anlamı olmadığını, bunların bir sanatçı eliyle estetik biçimde  Hint kumaşına döndürülmesi ile kıymet ifade edeceğini, şiirinde böylesine güzel bir sanat olduğunu anlatmak amacıyla Hatayi mahlası seçilmiştir.

 

Bir diğer söylenti ise; Şah İsmail Bağdat'ı zaptettiğinde Kerbela'yı ziyaret etmiş ve Hür Şehidin, bu faciaya sebep olanlar arasında bulunduğunu, iş işten geçtikten sonra İmam Hüseyin tarafına geçtiğini düşünerek onun mezarını açtırmış, yaralarındaki sargıları çıkarılan Hür'ün vücudunun her tarafından taze kan akması üzerine ''Hata'' ettim anlamına ''Hatayi'' mahlasını almıştır.

 

Şah Hatayi'nin Erdebil kütüphanesinde, gazelleri, mesnevileri, Rubaileri kapsayan bir divanı vardır. Ayrıca Şah-ı Merdan olarak vasıflandırdığı İmam Ali'ye karşı sevgisini, bağlılığını ve hayranlığını ifade eden ''Dehname'' adında 1400 beyitlik bir ''Mesnevisi'' vardır. Şah Hatayi'nin şiirlerinin bir bölümü de ''Nasihatname'' adı altında toplanmıştır.

 

Küçük yaşta kötü koşullarla karşılaşan Şah Hatayi, sanatçı kişiliğini bu etkilenmenin üzerine oturtmuştur. Aruz ve heceyle yazdığı şiirler, döneminin şiir edebiyatına da ışık tutar. Yaşadığı dönemin Nesimi'den sonra olması, Azerbeycan edebiyatının en önemli temsilcilerinden birisi olmasına engel değildir.

 

Anadolu'daki tekke edebiyatında, Anadolu Alevilerinin Cem Ayinlerinde okunan Duaz-ı İmamlar, Deyişler ve Nefesler'de Şah Hatayi'nin inkar edilemez emekleri vardır.

 

Onun güçlü olan şairlik yanı ocoğrafyada yaşayan bilim adamlarının ve ozanların da dikkatini çekmiş olup akın akın onu ziyarete gelirlermiş.

 

Bazı kaynaklar Şah Hatayi'ninŞah İsmail yönüne dikkat çekerek ona iftiralar atmaya, onun değerini gözlerden düşürmeye çalışıyorlarsa da aşağıda okuyacağınız şiirler asla bir kötüye ait olamaz. Yüreğini Tanrı'ya muhabbetle açan birisi asla kötü olamaz ve kötülük düşünemez. On İki İmamlar'a böylesine sevgiyle bağlanan birisi bir karıncayı bile incitemez diye düşünmekteyim. Sanıyorum ki; Anadolu Alevisi kimi bağrına basmışsa onun hakkında hep kötü sözler edilmiş, Alevilerin o değerlerden soğutulması hesaplanmıştır. Bu oyuna gelmenin zamanı geçti artık. Herkes kendi evinin önünü süpürsün. Ama bir başka gerçek daha var ki, yargılama yapılırken mutlaka  olayın yaşandığı dönem ve koşullar da göz önünde bulundurularak değerlendirme yapılmalıdır.

 

Şah Hatayi, 1514 Çaldıran savaşı yenilgisinden sonra kendi içine çekilmesiyle şiirleri de bundan etkilenmiştir. Alevi cemlerinde söylenen ''Mihraçlama'sı'' da çok ünlüdür.

 

Şah Hatayi, aynı zamanda Erdebil dergahının da bir şeyhi olmakla beraber, inanç yönünden  Hacı Bektaş Veli'ye bağlı olduğunu ve ona sonsuz sevgi duyduğunu çok sayıdaki şiirlerinde de  açıklamıştır.

 

Kaynakça:  

A. Celalettin Ulusoy, Yedi Ulu'lar                                                                                                                            

Alevilik Ansiklopedisi, Şah İsmail-Hatayi                            

Vikipedi, Özgür Ansiklopedi                       

Nejat Birdoğan, Şah İsmail Hatayi, Can yayınları 1991                

Psakd.org / yediuluozan

 

 

                   

 

FUZULİ  (1485 – 1556)

Fuzuli adıyla anılan Mehmet oğlu Süleyman, 1483 yılında bazı kaynaklara göre ise 1485 yılında  Hz. Hüseyin'in şehid edildiği Kerbela'da, bazı kaynaklara göre de Necef'de dünyaya geldi. Alevilerin ve Şiilerin kabul ettiği Yedi Ulular'dan birisidir. Oğuzların Bayat boylarının ''Karyağdı'' soyundan olduğu söylenir. Doğup büyüdüğü topraklar o dönemde Akkoyunluların egemenliği altındaydı. Ailesi göçebe yaşamdan yerleşik zamana geçmiş ve oğulları Mehmet de iyi bir eğitim almıştı.

 

Fuzuli ilk eğitimini Hillah kentinde müfülük yapan babasından almıştı. Ve daha sonra Rahmetullah adındaki bir öğretmenden gereken eğitimi alarak kendini yetiştirmiştir. Arapça, Farsça ve Azeri Türkçesi dillerini iyi kullanan Fuzuli, bu dillerde  divan şiirleri yazmıştır.

 

Tüm yaşantısını Kerbela ve çevresinde geçirdiği söylenir. Bağdad'a gelip bir süre orada yaşadığı için halk tarafından ''Fuzuli Bağdadi'' olarak da anılmıştır.

 

Fuzuli, nerede doğup büyüdüğünün ipuclarını da bir divan  şiirinde ele vermektedir.

 

''Necef ve Kerbela toprağındadoğup, Burcu Evliya olan Bağdad'ın suyu ve havası içinde bu dünya görmemiş yavrular'' ifadesinde kendini de tanımlamaya çalışıyor. Fuzuli, şimdiki Bağdad'ın halini ve insanlarının neler çektiğini görse ne denli yanardı için için.

 

Fuzuli nerde doğduysa orayabağlı kalarak yaşadı. Kerbela ve Bağdat onun yaşamak istediği çevrelerdi.

 

Kendi akranı sayılan Şah İsmail'in (Şah Hatayi) Özbek hükümdarı Şeybek Hanı  yaptıkları savaşta yenmesi üzerine ''Beng-ü Bade'' adını verdiği mesnevisini yazdı.

 

Yavuz Selim'in 1520 yılında ölmesinden sonra başa geçen Kanuni Sultan Süleyman, atalarının yayılmacı politikasını sürdürerek 1534 yılında Bağdat'ı Osmanlı topraklarının bir parçası haline getirdi. Fuzuli o dönemde elli yaşlarındaydı. Bağdat'ın işgal edilmesine övgüler dizdi. Padişahın hoşuna gitmesi için beş de kaside yazdı. Bu arada  Osmanlı ordusuyla Bağdat'a gelen Hayali ve Taşlıcalı Yahya gibi Osmanlı şairleriyle tanışıp kaynaştı. Yazdığı kasideler (Devlet büyüklerini övmek için yazılan divan edebiyatı şiiri) padişah Kanuni'nin de hoşuna gitmiş olacak ki ona dokuz akçe aylık bağlatıldı. Kanuni payıtahtına geri dönünce aylığı kesildi, Fuzuli de bunu protesto etmek için ''Şikayetname'' adlı bir mektup kaleme aldı.

 

O dönem Anadolu'da halk ayaklanmalarının yaşandığı, Alevilere kıyımların yapıldığı bir dönem. Hatırlanacağı gibi; 1527 yılında Hacı Bektaş Veli torunlarından olan Postnişin Kalender Çelebi, Anadolu halkının sesi olarak yapılan tüm haksızlıklara dur demek için isyan bayrağını açmış ve zamanın padişahı Kanuni tarafından idam ettirilmiş, binlerce Alevi insanı katledilmişti. Babasının oğluydu ve onlar için normaldi. Ama Fuzuli'nin bunları görmezden ve bilmezden gelip, bu da yetmezmiş gibi  üzerinde  yaşadığı topraklar başka bir ülke tarafından işgal ediliyordu, o da kalkıp bunu onaylar övgüler yazıyor, ardından da aylığa bağlanıyordu. Unutmamak gerekiyor ki, Fuzuli Şii mezhebine bağlıdır, dolayısıyla On iki İmam'a derin bir muhabbetle bağlıdır. Şiirlerinde tasavvuftan gelen sevgiyi ve acıyı işlemesi, Kerbela Faciası'nın kendisinde bıraktığı derin izlerle yazdığı mersiyeler (Ağıtlar), en önemlisi de şeriatın katı kuralcılığına karşı çıkışı ve onun bu Osmanlı sevgisi, inanılır gibi değil.

 

Sormak gerek nerede Ehl-i Beyt sevgisi, nerede insan sevgisi? Fuzuli'nin bunları bilmemesi mümkün değil. Yapılanları onaylamak neyin nesidir?

 

Sadece okuyucuya bunları anımsatmak istedim.

 

Fuzuli Osmanlı ile iyi ilişkiler kurduğundan hoşnut, ''Leyla vü Mecnun''ile ''Hadikat-üs-sueda''  yı  yazıp Osmanlı büyüklerine ithaf etti.

 

Fuzuli'nin yaşadığı bölge Arap bölgesi, dili de  kutsal bir dil olarak kabul edilen (Kur'an dili) Arapça'dır. Farsça ise onun için şiir yazmada vazgeçilemez  ve ona göre edebiyatın gerçek anahtarı olan  bir dildir. Türkçe ise edebiyat dili olarak gelişmiş olmasa da giderek yazı diline dönüşmektedir.

 

Arapça ve Farsça yazılan eserler sadece o halklara hitap ettiği için, bu dilleri bilmeyenler bu eserleri okumaktan mahrum olmaktadırlar. Fuzuli, saptadığı bu gerçekle eşsiz güzellikde olan ''Hadikat-üs-suada'' yı (Saadete Ermişlerin Bahçesi)  kendi öz dilinde yani Türkçe yazarak kendi diline olan borcunu da yerine getirmiş ve sonraki süreçte bu dilde de eserler vererek Türkçe'nin yayılıp gelişmesi için  gereken gayreti göstermiştir. Türkçe'yi, Farsça'yı ve Arapça'yı ana dili gibi bilen Fuzuli, bir eserinde buna da şöyle değinir: ''Arapça şiirler söyledim. Güzel konuşan Araplara haz verdim. Bu kolaydı, çünkü Arapça benim bilimsel sohbet dilimdi. Bazen Türk dilinin meydanlarında at koşturdum. Söz güzellikleriyle  Türkçenin özelliklerini bilenlere zevk verdim. Bu da benim için zor olmadı. Çünkü Türkçe benim yaratılıştan güzel yazma yeteneğime uygundu. Zaman zaman Farsçanın ipliğine inciler dizdim. Daldan dala gezip gönül meyvesi topladım.''

 

Yazmış olduğu Farsça divanın önsözünde şiirlerinde kullanmakta olduğu ''Fuzuli'' mahlasını neden seçtiğinianlatır:

 

''Şiir yazmaya başladığımda seçtiğim mahlası bir kaç gün sonra başka bir şair kullanıyordu. Mahlasımı değiştiriyordum. Kısa bir süre sonra yeni mahlasım da aynı akıbete uğruyordu. Anladım ki daha önceki şairler şiirlerden çok mahlasları kapışmışlar. Bu durumda düşündüm ki, başkalarıyla ortak mahlas kullandığımda başarılı olursam, şiirlerim ortaklarımın sanılır, bana yazık olurdu, başarılı olamazsam, mahlas ortaklarıma kötülük etmiş olurdum. Bu nedenle ben Fuzuli adını aldım. Kötü ad beni başkalarına taşımaktan uzak tuttu. Şükür olsun ki sonu iyi çıktı. Dikenim gül, taşımsa gevher oldu. Böylece alemde tek kaldım. Ayrıca bütün ilim ve fenni özümde  toplamaya gayret ediyorum. Fuzuli, ilimler, fenler anlamına geldiği için amacım mahlasında ifadesini buldu. Kaldı ki Fuzulilik halk katında edebe, terbiyeye aykırı davranış anlamına gelir. Bense, yüce alimlerle pek az bulundum. Merhametli hükümdarlar tarafından yetiştirilmedim. Gezip tozmayı sevmediğim halde, akli konularda filozofların sözüne itiraz ederim. Bilim konuşmalarında alimlerin sohbetine karışır, söz söyleme sanatında üstatlarla tartışırım. Bu davranış bir taraftan Fuzuli'nin ilmine ve fazlına alamet sayılır belki, fakat bana göre düpedüz terbiyesizlik, fodullukdur.''

 

Bu anlatım; Fuzuli mahlasını başkalarının hoşuna gitmeyecek ve kimse tarafından kullanılmayacak bir kelime olduğu için seçtiğidir. Fuzuli'nin eserlerine baktığımızda kasidelerin yoğunluğu göze çarpar. Allah'a, Peygamber'e, Şah-i Velayet dediği Hz. Ali'ye, Kanuni'ye, onun paşaları olan Mehmet Paşa'ya, Ayas Paşa'ya ve diğer devlet yöneticilerine  onları öven, göklere çıkaran şiirler yazar, devlet ileri gelenlerinden hatırı sayılır paralar alır. Bunların yanında devlette işlerin nasıl yürütüldüğüne dair hicivleri de vardır.

           

Selam verdüm rüşvet değüldür deyu almadılar

Hükm gösterdim faidesüzdür deyü mültefit olmadılar

Eğerçi zahirde suret-i itaat gösterdiler

Amma zebab-ı hal  ile cem-i sualime cevap verdiler

            

Devlet bu haldeyken,  kime ne için  övgüler yazılmış bilinmez. Saadete Ermişlerin Bahçesi olarak bildiğimiz Hadikat-üs- süeda'da; Fuzuli  yazmış olduğu bu divanında,  akıcı bir dili sade  şekilde nasıl kullandığının en güzel örneğini sergiler. Konu; kendisinin  de üzerinde yaşadığı Kerbela'dır.  Eserin ilk bölümünde Peygamberler ele alınmış, sonra Ehl-i Beyt'e yer verilmiş, daha sonraki bölümlerde de  Şehid-i Kerbela İmam Hüseyin'in, Kerbela'da yaşadığı acılar ve Kerbela faciasından geriye kalan Ehl-i Beyt kadınlarının Emevi halifesi Yezid'in (nalet olsun)  yaşadığı Şam'a götürülüşü anlatılmakta. Sonuç bölümünde ise; bir ağıt ( mersiye) ile On İki İmamlar hakkında kısa bilgi veren bölümler yer almaktadır.

 

Bir divan edebiyatı koşuğu olan Beng-ü Bade (Afyon ve Şarap) adlı mesnevisi de  Şah İsmail ile II. Beyazit'i (Yavuz Selim'in babası) anlatmaktadır.

 

İnsan aşkı ile Tanrısal aşkıaynı potada eritip iç içe geçiren ve ondan doğan ahengin genç yüreklerde yarattığı fırtınanın ortaya çıkardığı eşsiz bir eseri de  ''Leyla vü Mecnun''dur. Diğer Eserleri: Türkçe Divan, Farsça Divan, Arapça Divan, Heft cam, Rind ü Zahid, Hüsn ü Aşk, Şikayetname, Terceme-i Hadis-i Erbain, Matlau'l-İtikad, Enüsü-l Kalb, Sıhhat u Maraz, Sehhat o Ma'ruz, Sakiname'dir.

 

Fuzuli'nin eserlerine bakıldığında ; Astronomi, Tıp, Tarih, Felsefe ve Bilim konularını da işlediği göze çarpar.

 

Fuzuli'nin bütün yaratıcı gücü, yaşam ve evren anlayışını, insanla ilgili düşüncelerini sergilediği şiirlerinde görülür. Ona göre şiirin özünü sevgi, temelini ise bilim oluşturur. ''Bilimsiz şiir temelsiz duvar gibidir, temelsiz duvar da değersizdir'' anlayışından yola çıkarak sevgiyi evrenin özünü kuran bir öge diye anlar, bu nedenle de ''evrende ne varsa sevgidir, sevgi dışında kalan bilim bir dedikodudur'' yargısına varır.

 

Yaşamının büyük bir bölümünü İmam Hüseyin'in türbesinin hizmetinde bulunarak geçiren Fuzuli'nin en büyük tutkusu Kerbela'da ölmekti.

 

Fuzuli, 1556 yılında yaşadığı ve şiirlerini yazdığı Kerbela'da yaygın bir hastalık olarak bilinen vebaya yakalanması sonucu  Hakk'a yürüdüğü tahmin edilmektedir.

 

Kerbela kentinde İmam Hüseyin'in Türbesi'nin girişinde bulunan Fuzuli'nin mezarı, Baas rejimi sırasında bir gece kuşatılarak yıkılmıştır. Kemikleri bir kutuya konularak yakınlardaki bir camiye defnedilen şair, hemen ertesinde bu caminin de yıkılmasıyla İmam Hüseyin Türbesi'nin avlusuna gömülmüştür.

 

 

Kaynaklar:

A. Celalettin Ulusoy, Yedi Ulu'lar

Vikipedi, Özgür ansiklopedi

Antoloji.com

Dinle kalbimi.net

 

 

                   

 

YEMİNİ

Diğer bazı Ulular'da da olduğu gibi, Yemini'nin doğumuna, yaşamına  ve Hakka yürüyüşüne dair de  sağlıklı bilgiler yoktur. Bu, biz Aleviler için ne yazık ki içler acısı bir durumdur. Herhangi bir insanın doğum anını bilmeyebiliriz, ama o insan belirli bir dönemden sonra halka mal olmaya başladı  mı onun hakkında bilgiler edinmek isteriz, en azından merak ettiğimiz için. Ve merak edilip öğrenilen bilgiler ağızlardan kulaklara kulaklardan ağızlara yayıla yayıla günümüze kadar akar gelir. Bu sürecin yaşanmadığı besbelli. Aklımıza gelen, bu ozanlara yaşamlarında gereken değeri vermeyip de Hakka yürüdükten yıllar sonra, belki de unutulmaya yüz tuttukları anda mı amanın deyip onlara sarıldık, bilmiyoruz. Her şey mümkün, diye düşünüyorum. Çünkü biz Aleviler; nankörüz demeyeceğim ama unutkan insanlarız. Yedi Ulu'lar hakkında kesin bilgilere sahip olmadığımız daha nice ozanlarımız var sırada. Onları da kendi yaşamlarında göreceğiz.

 

Adı Fazıl oğlu Mehmet Yemini olarak da bilinirse de, bazı kaynaklarda adı Ali olarak da geçer. Yemini adını mahlas olarak kullandığı da bilinmektedir.

 

Yemini 15. yüzyılın sonu ile16. yüzyılın  ilk yarısında  Tuna Irmağı yörelerinde (Balkanlar)  yaşadığı, Betova'da büyük bir dergahı olan Bektaşi azizelerinden Akyazılı Sultanın ardıllarından olup ve  Akyazılı İbrahim Dede zaviyesinde hizmet ettiği de kaynaklarda belirtilmektedir.

 

Yaşantısı hakkında oçağlarda yaşamış tezkerelerde yeterli bilgiye ulaşılamamakta hatta Yemini'den hiç bahsedilmemektedir. Ancak Demir Baba Velayetnamesinde Yemini'nin adı  ''Hafız Kelam Yemini'' olarak geçer ki, bundan Kur'an-ı Kerim'i ezbere okuduğu anlaşılmaktadır.      

 

Yemini'nin şiirleri genellikle hece vezni  ile yazılmış olmakla beraber  bazı şiirlerinde aruz veznini de hatasız hatta ustaca kullanmıştır. Şiirlerinin tümünü içeren bir divanı şimdiyece ele geçirilememiştir. Şiirlerinde Alevi-Bektaşi inancını işler. Her Anadolu Alevisi gibi Oniki İmam'a gönülden, sevgi ve muhabbetle bağlıdır.

 

Hz. Ali'nin mitolojik yaşamına ait ''Faziletname'' (Erdemname) adlı 7300 beyitten oluşan  manzum bir eseri bulunmaktadır. Hz. Ali'nin savaşlarından, erdemlerinden, kerametlerinden, devlet yönetmedeki faziletinden, ayrıca Ehl-i Beyt ve Hz. Ali sevgisinin yoğun bir şekilde işlendiğinden, methiye şeklinde bahseden ve alevilerce kutsal kabul edilen mesnevi tarzında yazılmış bir kitaptır. Bu kitabı Kitab-ı Erdem olarak niteleyenler, kitaptaki doğruluğu, dürüstlüğü alçak gönüllüğü yaşam ve inanç biçimi haline getirmesinden dolayı  Yemini'ye  gereken saygınlığı vermekte kusur etmemişlerdir. Günümüzün dilinde bir basımevi tarafından yeniden basılmıştır. Diğer Yedi Ulular gibi hurufi temaları da işlemiştir. Genel anlamda bakıldığında Yemini; Alevi-Bektaşi inancının yanında Hurufiliğe de inanıp şiirlerine yansıtan ve divan geleneğine de bağlı bir halk ozanıdır.

 

Kaynakça:

A. Celalettin Ulusoy, Yedi Ulu'lar

Türki Sitesi, Ozanlarımız

Psakd.org, Yedi Ulu Ozan

 

 

                   

 

VİRANİ

Bizi biz yapan insanları tam anlamıyla tanıyamamak ne denli kötü bilemezsiniz. Virani de diğer Ulu Ozanlar gibi bilinmezler arasında. Onun da doğum ve ölüm tarihleri belli değil. XVI. yüzyılda (16. Yüzyıl) yaşadığı söylenir. Yaşamına değin verilen tarihler, onun da Pir Sultan Abdal ve Kul Himmet ile aynı dönemde yaşadığını ortaya koyuyorsa da bu konuda hiç bir yerde belgeye rastlanmamıştır. Hatta  Fuzuli`nin de 16. Yüzyılın ortasında Hakk`a yürüdüğü var sayılırsa, aynı dönemin ozanları oldukları ama değişik coğrafyalarda yaşadıkları ve o dönemde günümüz iletişim olanakları da gelişmediği için birbirlerinden habersiz yaşıyor olabilirler.

 

Bazı kaynaklara  göre, Virani`nin Eğriboz adasında doğduğudur.

 

Virani, Bektaşiliğin ikinci Pir`i olarak kabul edilen Balım Sultan`dan el almıştır. Bilindiği gibi Postnişin Balım Sultan, Yavuz Selim`in babası II. Beyazit`i de Bektaşilik tarikatına üye olarak almıştır. Bir süre Hz. Ali`nin türbesinin bulunduğu Necef-i Eşref`de türbedarlık yapmıştır. İran`da saltanat süren Şah Abbas (1587-1618) ile görüşmüş. Anadolu`nun bir çok yöresini, daha sonra da Bulgaristan`a gelip Deliorman ve Debruca`yı dolaşmıştır. Türbedarlık yaptığı Necef`ten dönüşünde Deliorman yöresinde bulunan ve Peygamber soyundan geldiği kabul gören Demir Baba tekkesini ziyaret ederek bilgisini geliştirmiş ve babalık icazeti almıştır.

 

Demir Baba Velayetname`sinde, Virani`nin Demir Baba ile görüşmesi şöyle anlatılır. Demir Baba`ya, Arap ve Acem dillerini bilen bir kimse geldiği ve müridleriyle Rumeli`ye geçtiği ve bu kişinin adının da Virani olarak söylendiği bildirilir. Ancak gaflet içinde olduğu Kutupluk davası güttüğü de ilave edilir. Demir Baba manevi yönden kendisinin daha üstün olduğunu göstermek ister. Demir Baba o tarihlerde 120  yaşına ulaşmış bir ulu ihtiyardır. Virani, onun batın kılıcıyla yenilir, yere geçer. Huzurunda divan durup niyaz eder. Demir Baba`dan icazet ister. Ancak Demir baba, ilkin nasihat verir: "Kişi böyle sevdalarda olmasa gerek. Kur`an`a uy Sure-i Fatiha`da ne kadar harf olduğunu bilir misin? Ondan geçmeyen veli olmaz. Bu kadar suhufla (harfle) dört kitabı yutsa bile. Kapıdan girmeyen içeride ne olduğunu bilemez. Bilen aşık da dava kılmaz. Kimse kusuruna kalmaz. „

 

Bu nasihattan sonra Demir Baba, Virani`ye icazet verir. Virani, orada yeterince kaldığına kani olunca, ayrılıp Otman Baba Sultan`ı ziyaret etmek için yola çıkar. Sabah vakti Karlıova`da Hafızzade türbesine gelir. Virani aniden rahatsızlanır ve öğlen sonrası Hakk`a yürür. Avlu kapısı önüne de gömülür. Ozan Virani, Demir Baba Velayetnamesi`nde de belirtildiği gibi Arapça ve Farsça bilen, kendini eğitim bakımından iyi yetiştirmiş, üç yüze yakın şiir söylediği bilinen bir şairdir.  “Virani  Baba Divanı”  ile “Virani  Baba Risalesi” adlı basılmış eserleri günümüze değin gelmiştir.

 

Virani de Hurufi şairler arasında sayılır. Onun en büyük özelliği, aruz veznini çok ustaca kullanarak  divan edebiyatı tarzında yazdığı şiirlerinde o çağa göre çok sade ve akıcı bir dil kullanmasıdır. Ömrünün büyük bir kısmını türbedarlık hizmetinde bulunduğu Necef`in Bektaşi Dergahında  geçirdiği ve orada yazdığı bir şiiri ile Bektaşi olduğunu da belirtiyor.

 

Her ozanda olduğu gibi Virani`de de Tanrı ile insan ve evren bağlantıları kurulur. Ama O, evrende ve bütün nesnel varlıklarda görünenin Hz. Ali olduğunu söyler.

 

Virani, tasavvuf edebiyatının diğer şairleri gibi bir edebiyat ve şiir sanatının adamı olmak iddiasında değildir. Onun amacı inancının yüceliğini anlatmak ve bunun mümkün olduğu kadar  çok kişiye güzel bir ifade ve şiirle duyurmaktır.

 

İnsanların yüce duygulara yönelmesinde Virani`nin büyük payı vardır.

 

Virani bazı yazarlarca Ali`yi  Allah olarak tanıyan ve Nusayr olarak adlandırılan kişiler arasında sayılır. Hemen hemen tüm Alevi Bektaşi şairleri Hz. Ali`yi fizik üstü, insan üstü güçlere sahip görmüşler ve O`nu bu eğilim içinde ve bu ölçüde övmüşlerdir. Virani`nin şiirlerine baktığınız zaman, başta Hz. Ali olmak üzere, Oniki İmamlar, Hacı Bektaşı Veli ve oğullarından Seyyid Ali hakkında öğücü ve onları yücelten şiirlerini görürsünüz. Virani`nin Hurufiliğinde söz ederken Hurufilik konusunda da biraz bilgi vermek gerekir. Hurufiliğin asıl kökeni felsefeci Pythagoras`tan sayı mistikliği, yani sayıların gizemliliği olarak gelir ve İslam düşüncesinde Esterabatlı Fazlullah`ın (1363 – 1401) eliyle Hurufilik olur. Buna göre; her harf bir sayıyı karşılıyor, her sayı bir sözü anlatıyordur. Açıkça söylenemeyen söz, sayılarla, harflerin ardına gizlenmiştir. Harfler anlamına gelen Huruf sözcüğünden çıkarılmış Hurufi deyimi, Allah`ın kelam suretinde tecellisine ve harflerle belirtilmesine verilen bir ad olmuştur. Tebriz`li Ebu Muhammed`in oğlu Fazlullah`ın ünlü “Cavidan- Name” adlı eserinde Kur`an`daki harflerin insan siması ile bağlantısı bulunduğu, Kur`an`ın anlamının insan yüzünde şekillenmiş olduğu inancının tasavvuf felsefesine eğilimli bir biçimde yorumu yapılmıştır. Bu yüzden Fazlullah Hurufi adıyla büyük ölçüde ünlenen ve çok şaire ilham kaynağı olan Fazlullah, batıl inançları yaymak ve Kur`an ayetlerini harf sayılarına ve insan yüzündeki şekillere göre manalandırmak gerekçesi ve Timur`un emri ile başı kesilerek idam edilmiştir. İnsanın Hakk suretinde yaratıldığı Allah`ın kitabının insanın yüzünde şekillendiği inancını ifade eden ve bir tür harflerin oluşturduğu bir şiir sanatı biçiminde gelişen Hurufi`lik den o çağda her şair bahsetmiştir ve şiirlerinde yer vermiştir. XIV. Yüzyılda (14. Yüzyıl) yaşamış olan Fazlullah, sayılar, harfler, işaretler komedyası arkasında  açık seçik olarak şunu söylemektedir. Biz, evrenin tanrısı olarak ancak insanı bulduk (Ma  Hüday-ı alem adem yaftım). Üç sayısının gizemi açıldığı zaman Allah, Evren ve İnsan olduğunu ve bunun Alevi-Bektaşi inancına Allah, Muhammed, Ali üçlemesi olarak değişim gösterip yaygınlaştığıdır. Hiristiyanlık inancında ise üç sayısı; Jesus, Maria, Heilige Geist (İsa, Meryem ve Kutsal Ruh) olarak kendini bulmuştur.

 

 

Kaynakça:

A. Celalettin Ulusoy, Yedi Ulu‟lar                                   

Orhan  Hançerlioğlu,  Düşünceler  Tarihi

Psakd. Org, Yedi Ulu Ozan                        

Türküler.com, Virani, Ozanlarımız                                    

Alevi Canlar. Org, Virani Baba Erenler

 

                   

 

PİR SULTAN ABDAL

Baba İlyas ve Baba İshak`ın Anadolu`da başlattıkları devrimci, özgürlükçü, onurlu tavır geleneğinin en önde gelenlerindendir Pir Sultan.

 

Bir yaramız daha var bizim

Sürer mahşere değin

Eğer gerçekler bilinirse

Diner acımız yarına değin  (S.Erenler)

            

Alevilik`deki Yedi Ulular`ı araştırıp yazarken, en zor kısımın Pir Sultan Abdal üzerine olacağını düşünüyordum. Haklı da çıktım. Diğer beş Ulu bu denli zorlamadı beni (Kul Himmet`i yazmadım daha).

 

Konuya nereden bakarsak bakalım, boynumuz hep bükük kalıyor. İnancıyla, siyasi bilincinin getirdiği duruşu ve direnciyle simgeleşip, Alevilik tarihine damgasını vuran Devrimci Halk Ozanı Pir Sultan Abdal`ı yazarken yaşamak, onun yaptıklarıyla heyecanlanıp coşmak bambaşka bir dünyanın kapısını açıyor insana. Gelin görün ki, diğer bazı Ulu Ozanlar`da da olduğu gibi, Pir Sultan Abdal`ın yaşamında da takılıp kalıyoruz bir yerde. Şiirleri beş yüz yıl boyunca dillerden dillere, nesillerden nesillere aktarılarak günümüze değin gelirken, onun yaşamı hakkında fazla bilgiye sahip olamamak bir insan olarak kahrediyor bizi. Yaşadığı döneme damgasını vuran bu Ulu Ozan`ın yaşamı hakkında nasıl olur da fazla bir şey bilemeyiz. O dönemde var olan Alevi-Bektaşi dergahları, tekkeleri, inandığı dava uğruna çekinmeden başını veren bu Ulu Ozan hakkında hiçbir yere not düşmemişlerdir. Şiirleri bugüne değin gelirken, bu şiirleri söyleyen Ozan hakkında neden çok az şey bilinmektedir. Elbette biliyoruz; Osmanlının Anadolu Alevilerine yaptıklarını, ama şiirler gibi onun gerçek yaşamını da bugünlere ağızdan ağıza taşıyamaz mıydık? Diye sormaktan da kendimizi bir türlü alamıyoruz. Pir Sultan`ın şiirlerini, deyişlerini bir deftere yazmadığı apaçık ortada, ki yazılmış olsaydı, defter değilse de, deftere yazıldığı söylentisi günümüze değin ulaşırdı. Söylediği şiirler ve deyişler ilkin ağızdan ağıza dolaşarak sonra da, belki yüzyıllarca sonra cönklere ( Saz ozanlarının kendilerinin ya da başkalarının koşuklarını derledikleri, uzunlamasına açılan, deri kaplı defter) geçirildi.

 

Can yanacağına mal yansın deriz çoğu zaman. Bildiğimce, araştırdığımca başlamak eniyisi. Anadolu Alevilerinin bu Ulu Ozanını biraz da ben açayım sizlere.

 

Tarih sayfalarına baktığınız zaman mutlaka dikkat çeken bir şeyle karşılaşırsınız. Her iyinin karşısına bir kötü, her güzelin karşısına da bir çirkin çıkıvermiştir. Her varolanın bir karşıtını görürsünüz. İbrahim Peygamber`in karşısında Nemrut`u, Musa Peygamber`in karşısında Fıravun`u, İsa Peygamber`in karşısında da oniki havarilerden öğrencisi de olan Yahuda`yı, Hz. Ali`nin karşısında Muaviye`yi, İmam Hasan`ın karşısında onu zehirleyen karısı Cude`yi, İmam Hüseyin`in karşısında da Şimir ve ona emri veren Yezid`i, diğer İmamlar`a baktığınız zaman da sırasıyla Emevi ve Abbasi halifelerini, Ebu Müslim`in karşısına Abbasi halifesi Cafer Mansur`u, Nesimi`nin karşısına Emir Yeşbeğ`i, Hacı Bektaş Veli`nin karşısına İnkar Sarı`yı, Şeyh Bedrettin`in karşısına Osmanlı padişahı Çelebi Mehmet`i, Şah İsmail`in( Şah Hatayi) karşısına Yavuz Selim`i, Pir Sultan`ın karşısına da Hızır Paşa`nın çıktığını görürüz.

 

Bu gelişen sürece baktığımız zaman; dünya varolduğu andan beri süregelen zalim ile mazlumun veya mazlumun yanında olanların mücadelesine tanık oluruz. Ama gerçekler, tarihin karanlıklarından ve kanlı sayfalarından öyle veya böyle tüm gerçekleriyle birlikte bize ulaşmaktan geri kalmaz.

 

Pir Sultan Abdal hakkında şimdiyece çeşitli araştırma kitapları yayımlandı. Ama kaynağın az olması yazılanların da ne denli  gerçek olduğunu kuşkuya düşürüyor.

 

Pir Sultan Abdal üzerine ilk önemli çalışmayı 1929 yılında Sadettin Nüzhet Ergun yapmış, 105 şiir yayımlayarak şair üzerine bilgiler verilmiştir. İkinci önemli çalışmada Pertev Naili Boratav ile Abdülbaki Gölpınarlı`nın birlikte hazırladıkları 1943`de yayımlanan Pir Sultan Abdal adlı kitaplar olmuştur. Diğer yayınlar ise: Pir Sultan Abdal, Abdulbaki Gölpınarlı, Varlık Yayınevi Pir Sultan Abdal, Cevdet Kudret, Yeditepe Yayınevi Pir Sultan Abdal, Cahit Öztelli, Milliyet Yayınevi Sabahattin Eyuboğlu`nun ölümünden önce hazırlayıp bitiremeden bıraktığı bir seçmeler kitabı dostlarınca tamamlanıp Cem Yayınevi tarafından Azra Erhat`ın sunu yazısı ve İlhan Başgöz`ün Önsözüyle basılmıştır.

 

Pir Sultan Abdal hakkında araştırma yapan yazarlardan İbrahim Aslanoğlu- Pir Sultan Abdallar adlı kitabıyla, Sabahattin Eyuboğlu- Pir Sultan Abdal adlı kitabıyla ve A. Celalettin Ulusoy- Yedi Ulu`lar kitabındaki anlatımıyla  ve daha nice araştırmacımız bu Ulu Ozanımızın halkımız tarafından öğrenilmesine ışık tutmuşlardır.

 

Anadolu halkının bağrında açmış bir kızıl güldür Pir Sultan, diye tanımlar Sabahattin Eyuboğlu. Ortaya koyduğu kişiliğiyle, özüyle, sözüyle bir dava adamı olan Pir Sultan Abdal`ı ona layık olacak biçimde anlatmak gerçekten çok zor.

 

Anadolu'da Pir Sultan veya Pir Sultan Abdal mahlasını kullanan birden fazla halk ozanının olduğunu biliriz ve bunlar:

 

1- Pir Sultan`ım Haydar (Çorum yöresinden)

2- Aruz  şairi Pir Sultan Abdal (Köy şairinden ziyade medrese eğitimi almış şehirli biri)

3- Pir Sultan Abdal (Divriği yöresi)

4- Abdal Pir Sultan ( XVIII. Yüzyılın ikinci yarısı veya XIX. Yüzyılın başında yaşamış olduğu sanılıyor)

5- Pir Sultan Abdal ( Bu şair de, asılmasını ve asıldıktan sonraki olayları anlatıyor.)

6- Pir Sultan

 

Asıl anlatmak istediğimiz Pir Sultan, kendisini bu mahlasla tanıttığı ve tanıyanların da sadece Pir Sultan Abdal değil, Pir Sultan dediği şairdir.

 

Bizim için de önemli olanın Hızır Paşa' nın astırdığı  Pir Sultan'dır.       

 

Bizim konumuz da zaten "Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan" dizesini söyleyen Devrimci Halk Ozanı Pir Sultan'dır. Ama alışık olduğumuz üzere Pir Sultan değil, Pir Sultan Abdal diye de ünlemekteyiz ozanı.

 

Bazı araştırmalara göre 1480-1550 yıllarında yaşadığı sanılan Pir Sultan, Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman döneminin en canlı tanıklarından birisidir. Bazı kaynaklar da da Pir Sultanın 1547 – 1551 veya 1587 – 1590 yılları arasında  idam edildiği kabul görmektedir.

 

Katliamların gün begün arttığı bir dönemde halka yüreğini açan bir insanın sessiz kalması elbette ki düşünülemez. Pir Sultan'ın, Horasan yöresinden Azarbeycan'in Hoy kasabasına geldiği ve oradan da ailesiyle birlikte Anadolu'ya göçüp Sivas'ın Yıldızeli'ne bağlı Çırçır nahiyesinin Banaz köyüne yerleştiği sanılıyor. Yine bazı kaynaklarda O`nun Banaz`da dünyaya geldiği yönündedir. Asıl adının Haydar olduğu, Pir Sultan mahlasını daha sonra çalıp söylemeye başladığında aldığı üzerinedir. Yıldızdağı eteklerinde, Çırçır`a kırksekiz kilometre uzaklıkta, çoğu tek katlı kerpiç evleri, soğuktan korunmak için yarı yarıya toprağa gömülü bir köy. Banaz`da bugün Pir Sultan`ın olduğu söylenen bir ev, önünde Ozan`ın yaşadığı dönemden kaldığına inanılan bir söğüt ağacı, ağacın altında, asasının ucuna takıp Horasan`dan getirildiğine inanılan bir değirmen taşı vardır. Pir Sultan, yaz aylarının güzel havalarında bu taşın üstüne oturup karısıyla sohbet edermiş. Köylüler bu evi, ağacı, taşı kutsal sayarlar.

 

Araştırmacı Ali Balım kitabında, Haydar'ın nasıl Pir Sultan olduğu üzerine hikayesi şöyledir.

 

"Haydar'ın babası, oğlunun seyip gezmesini istemedi. Önüne malları kattı, “git oğlum hayvanları otlat “ dedi, çocuk mallar önünde akşama kadar gezdi yoruldu. Yıldız dağının eteğinde bir çimenlik var idi. Bu çimenlikte bugün Bektaşi Ulularından Seyit Ali Sultan'ın makamı vardır. Bu yer boş değil idi. Çocuk, başını bir taşa koydu, uyudu, azını çoğunu bir Mevla bilir. Manâda kulağına bir ses geldi. Haydar gözlerini açtı ki karşısında bir aksakallı ihtiyar var. Bir elinde bir dolu, bir elinde bir elma. Haydar'a uzattı, “al oğlum bunu iç” dedi. Haydar doluyu içti. Üçyüzaltmışaltı damarından bir ateştir yürüdü. Pir öteki elini uzattı elmayı verdi. Haydar elmayı alırken gördü ki Pir'in avucunun içinde bir yeşil ben var. Balkıyıp duruyor. Haydar bildi ki bu Hacı Bektaş Veli'dir. Sarıldı ki elinden öpe. Pir etti. “Oğlum bundan sonra senin adın Pir Sultan olsun, adın dört bir yana yayılsın, sazının üstüne saz, sözünün üstüne söz gelmesin. Ali evladın hakkını almak için Tanrı senin yardımcın olsun. Adını ben verdim, yaşını Allah versin,” dedi, gözden nihan oldu.

 

"Akşam oldu sabah açıldı, hayırlı sabah canların üstüne açılsın, Haydar evine dönmedi. Arayı arayı buldular. Haydar kendinden geçmiş. Güzel yüzü köpük içinde dalga vurur. Uyandırdılar, eline bir saz verdiler. Anladılar ki, Haydar dolu içmiş. Aşk deryasına düşmüş, inci mercan satar..." Hızır Paşa'nın öyküsüne gelince:

 

Vaktiyle, Hafik ilçesinin Sofular köyünde Hızır adında bir genç varmış. (Bazı kaynaklar Hızırın da Banaz köyünden olduğu yönünde görüş belirtiyorlar). O zamanlar bu köyün halkı Alevi imiş (Osmanlı döneminde Anadolu halkının yüzde sekseni Alevi`ymiş, ama baskılar, yediden yetmişe katliamlar, hele Yavuz`un Padişahlığının yanına halifeliği de eklenince zor dönemler yaşamışlar. Takiyye yapıp namaz kılıp, ramazan orucunu tutmaya başlamışlar, özdilleri Türkçeyi bırakıp Arapça-Farsça karışımı Osmanlıcayı konuşmak zorunda bırakılmışlar ve beşyüz yıl sonra bugüne gelinmiş). Zamanla yoldan çıkmışlar. Onların bu durumunu beğenmeyen Hızır, köyden ayrılmaya karar vermiş, çıkmış yola. Ha şurası, ha burası derken Banaz'a kadar gelmiş. Pir Sultan'ın yanına azap durmuş. Sonra da  müridi olmuş. Aradan seneler geçmiş,bir gün Hızır:  “Pirim,” demiş; “Sen herkese himmet ediyorsun, her biri çeşitli makamlara geçiyor, ne olur, bana da himmet et, büyük adam olayım, ben de  bir makama geçeyim..” Pir Sultan şöyle bir düşündükten sonra gülümsemiş: ”Ulan Hızır, ben dua ederim, belki sen de büyük adam olursun; hatta paşa, vezir de olursun ama, sonunda gelip beni astırırsın.”

 

Yinede duasını eksik etmemiş. Hızır İstanbul'a gidip saraya girmiş. Ağa, Kapıcıbaşı, Paşa, Beylerbeyi derken Vezir olup Sivas valiliğine atanmış. Pirini unutmamış, haber gönderip huzuruna getirtmiş. Hürmet, izzet ikram derken bir hayli de sohbet etmişler. Yemekte mükellef bir sofra donanmış. Pir Sultan yiyeceklere şöyle bir bakıp hemen geriye çekilmiş. Paşa şaşırmış. “Bir şey mi oldu Pirim?” Pir Sultan: “Hızır”, demiş; “ bu yemeklerde zina kokuyor, içinde yetim hakkı var, sen bunları haram para ile yaptırmışsın.” Hızır Paşa: ”Yok  Pirim” dediyse de dinletememiş. Ama bir hayli de içerlemis. Pir Sultan biraz daha ileri gidip: “Bunları ben değil, köpeklerim bile yemez. İstersen çağırayım da gör.” Hemen ünlemiş, köpekler anında gelmişler. Bir tepsiye haram yemek, bir tepsiye de helâl yemek konmuş. Önce haram yemekler getirilmiş. Köpekler şöyle bir koklayıp geri geri çekilmişler. Arkasından helâl yemeklerle dolu tepsi gelmiş. Köpekler onu da kokladıktan sonra, kuyruklarını sallaya sallaya yemeye başlamışlar. Bu hakarete çok kızan Hızır Paşa, hırsını yenemeyip Pirini Toprakkale'ye hapsettirmiş. Eh ne de olsa Piri. Hırsı geçince bir bahane ile affetmek istemiş. Zindandan çıkarttırıp demiş ki: “Bana içinde Şah'ın adı geçmeyen üç deyiş söylersen seni affedeceğim. Yok, söylemezsen kendin bilirsin. Pir Sultan: "Peki öyleyse" deyip tezeneye şöyle bir dokunmuş:

 

Hızır Paşa bizi berdar etmeden

Açılın kapılar Şah'a gidelim

Siyaset günleri gelip yetmeden

Açılın kapılar Şah'a gidelim

            

Hızır, Piri affetmeye hazırlanırken onun inadına söylediği üç deyişte de Şah kelimesini kullanması karşısında çileden çıkmış. Büyük bir çıkmazda olduğunu görmüş. Bir yandan da koskoca bir Osmanlı İmparatorluğu`nun Paşasıymış. Yanındaki efradına emretmiş."Asın bunu"

 

Hızır Paşa'nın asın bunu demesi Pir Sultan Abdal'ı hiç de korkutmamış. Zaten O Hızır'ı İstanbul'a gönderirken görmesi gerekeni görmüş. Ağrına gitmemiş, Garip garip, ben sana demiştim manasıyla bakmış.

 

Pir Sultan Abdal asılmaya giderken de yine tutamamış kendini:

Bize de Banaz'da Pir Sultan derler

Bizi kem kişi de bellemesinler

Paşa huddamına tembih eylesin

Kolum çekip elim bağlamasınlar

 

Ertesi sabah, Meydan camiinin karşısındaki sıra kahvelere adımını atan halk Pir Sultan'ı konuşmaya başlamış. Birisi demiş ki: "Duydunuz mu? Hızır Paşa bu gece Pir Sultan'ı astırmış. "Yanındaki itiraz etmiş: "Aslı yok. Bu sabah Koçhisar´dan gelirken onu Şeyfebeli'nde gördüm. "Bir diğeri: "Senin yanlışın var. Gün ışırken Malatya yolundaki Kardaşlar geçiti'nde karşı karşıya geldik. Sazı omuzunda gidiyordu." Dördüncüsü: "Yenihan yolundaki Şahna Gediği'nde gördüm. " Beşinc isi: "Allah Allah... Daha demin Tavra Boğazı'nda idi. "Şurda gördüm burda gördüm diyenin haddi hesabı yokmuş. Bakmışlar ki olacak gibi değil, kalkıp hep beraber "Siyaset Meydanı'na gitmişler. Bir de ne görsünler. Darağacında Pir Sultan'ın hırkası sallanıp durmuyor mu? Kendisi görünürlerde yok. Bu durumu işiten asesler her tarafa dağılıp, Pir Sultan'ı aramaya koyulmuşlar. Şair de o sırada Kızılırmak köprüsünden geçiyormuş. Bakmış ki asesler arkadan geliyor, çabucak köprünün öbür tarafına geçip, "eğil köprü eğil" demiş. Köprü eğilip suya batmış. Öbür ucundaki asesler dona kalmışlar. Pir Sultan'ın keramet sahibi bir kişi olduğunu anlayıp geri dönmüş gitmişler. Rahmetli babam biraz başka anlatırdı bu asılma olayını.

 

Siyaset meydanına darağacını kurduktan sonra Pir Sultan'ı  getirmişler. O yörenin tüm halkı da orda olmak zorundaymış. Pir Sultan asılmadan önce, herkes tarafından taşlanması emri varmış Hızır Paşa'nın. Ahali eline aldığı taşı Pir Sultan'a atmaya başlamış. Ama taşların hiç biri değmezmiş ona. Musahibi Ali Baba da taş atmamak, ama birşey atmış olmak için eline aldığı gülü atmış, tek o gül değmiş Pir Sultan'a. O gül yaralamış onu.

 

Şu deyiş anlatır bunu.

 

Şu kanlı zalimin ettiği işler

Garip bülbül gibi zâreler beni

Yağmur gibi yağar başıma taşlar

Dostun bir fiskesi paralar beni

                                       

Dar günümde dost düşmanım belloldu

On derdim var ise şimdi elloldu

Ecel fermanı boynuma takıldı

Gerek asa gerek vuralar beni

 

Pir Sultan Abdal'ım can göğe ağmaz

Hak'tan emrolmazsa ırahmet yağmaz

Şu illerin taşı hiç bana değmez

İlle dostun gülü yaralar beni

 

Pir Sultan Abdal'ı idam etmişler. Bir yabancı uğramış Siyaset Meydanı'na. Doluşan kalabalığı görünce sormuş. "Ne var ne oluyor burda?" diye. Birisi demiş ki:" Hızır Paşa Pir Sultan'ı astırdı. "Yabancı garip garip bakmış. "Sizin yanlışınız var. Ben biraz önce Çamlıbel'den gelirken, Pir Sultan elinde sazı gidiyordu." Duyanlar şaşırmışlar. Asesler de duymuşlar. Bakmışlar ki salt Pir Sultan Abdal'ın hırkası sallanmakta darağacında. Anlamışlar ki o bir keramet sahibi erdir.

 

Söylentiler. Pir Sultan'ın keramet göstererek idam edildiği anda, kendini kurtarıp Horasan'a  Şahı görmeye gitmesidir. Ve bu gidişini şöyle anlatır dizeleriyle.

 

İptida bir sofu Şah'a varınca

Niye geldin derler Urum sofusu

Çevre çevre dört yanına bakınca

Niye geldin derler Urum sofusu

 

Ateşin yanmadan dumanın tüter

Murtaz Ali katarıdır bu katar

Bunca evliyaya hizmetin yeter

Niye geldin derler Urum sofusu

 

Çok uzak illerden özendin geldin

Sol tozlu yollara bezendin geldin

Urum'dan ne günah kazandın geldin

Niye geldin derler Urum sofusu

 

Bülbül gerek gül dalına konmaya

Şah İsmail gibi semah dönmeye

Musahibin yok mu derdin yanmaya

Niye geldin derler Urum sofusu

 

Pir Sultan Abdal' ım hele yazsalar

Arasalar ülke ülke gezseler

Yolu doğru sürmeyeni assalar

Niye geldin derler Urum sofusu

(İbrahim Aslanoğlu, Pir Sultan Abdallar, Can Yayınları 1997)   

Söylentilere göre; Pir Sultan Abdal'ın Seyyid Ali, Pir Muhammed ve Er Gayib adlı üç oğlu ile Sanem adlı bir kızı vardır. Oğullarından Seyyid Ali´nin Banaz köyünün üst yanındaki çam korusunda, diğer oğlu Pir Muhammed´in Tokat`ın Daduk köyünde (attan düşerek öldüğü rivayeti de vardır), üçüncü oğlu Er Gayib´in de Dersim´de  gömülü olduklarıdır.

 

Babasının asıldığını bilen kızı Sanem ünlü bir ağıt söylemiştir. İki oğlunun babalarının sağlığında ölmeleri Pir Sultan´ı ta yüreğinden yaralar.

 

Ve oğullarının ölümlerinin ardından şu ağıtı yaktığı da söylenir.

 

Allah verdiğini almaz dediler

Bana verdiğini aldı neyleyim

 

Çocukluğu çobanlık yaparak geçen Pir Sultan, okuyup yazmasını hizmet ettiği Alevi tekkkesinde öğrenmiş, yani bir inanç kaynağı olan tekke kültürüyle kendini yetiştirmiştir. Dinsel bilgisini yeterince almış ve kendini halifeler tarihiyle, Peygamberlerin hikayeleriyle, Oniki İmamların yaşantılarıyla doldurarak bu birikimi şiirlerinde fazlasıyla dile getirmiştir.

 

XVI.yüzyılın sonlarına dek yaşayıp gördükleriyle kendi kendini yemiş ve her haksızlığın karşısına devrimci duruşuyla dikilmiştir. Alevi-Bektaşi tarikatındandır ve onun için asıl şah İran Şahı değil, Hz. Ali`dir. Musahibi de, asılırken kendisine taş değil, gül atan Ali Baba`dır. Bağlandığı tekkenin Piri de, Ahmet Yesevi`nin Anadolu´ya gönderdiği dervişlerden Koyun Baba`nın tekkesinde, Bektaşi tarikatının kurucusu, Hacı Bektaş Veli`nin tekkesinde posta oturmuş, yani üst makamlara getirilmiş Postnişin Şeyh Hasan´dır. Şu gerçeği de asla gözardı etmeyelim. 1527 yılında Hacı Bektaş Veli torunlarından olup postnişinlik makamında oturan Kalender Çelebi, Osmanlının zulmüne dayanamayıp Anadolu halkıyla birlikte ayaklanmış, büyüyen isyanı ancak Osmanlı, Kalender Çelebi yandaşlarını çeşitli vaatlerle kandırarak zayıflatmış, akabinde de Postnişini astırarak boşalan Hacı Bektaş Veli postuna İstanbul´dan Nakşibendi şeyhlerini göndererek bu makamı kendi eline almıştır. Bu nedenle Pir Sultan´ın döneminde Nakşibendi şeyhinin Postnişin olarak bu makamda oturması pek uzak bir olasılık değildir.

 

Pir Sultan Abdal, salt halkın değil onların sorunlarıyla da iç içedir. İnançlarından ve siyasi toplumsal tavrından da son ana değin, canı pahasına da olsa vazgeçmeyen bir ozandır. Gönüllerde, dillerde, tellerde yaşayan Pir Sultan, onca engellemelere rağmen bugüne değin ezilen, sömürülen, hor görülen insanların yükselen sesi olurken, özgürlük mücadelesinde de Anadolu halkının her haksızlık karşısındaki vazgeçilmez simgesi olmuştur.

 

Osmanlının astığı astık kestiği kestik dönemidir. Kendisine uzak coğrafyalarda bile at sürdürüp savaşlardan savaşlara koşan Osmanlı, işgal ettiği ülkelere ağır vergiler uygulayarak hazinesini doldururken, Anadolu halkı kendi yazgısıyla başbaşa kalmıştır. Egemenliğinin sınırlarını Kuzeyde Moskova, Güneyde Habeşistan ve Ekvator, Doğuda İran ve Hindistan, Batıda Viyana ve Atlas Okyanusu´na kadar genişletmiştir. Kaptanı Derya Barbaros Hayrettin Paşa´nın 1538 yılındaki Avrupa´nın kaptanı Andre Dorya´ya karşı yaptığı ve kazandığı Preveze deniz savaşı ve Piyale paşa´nın Cerbe deniz savaşlarında Haçlı donanmalarına karşı elde ettikleri zaferlerle Akdeniz bir Osmanlı gölü haline gelmiştir. Kanuni´den sonra başlayan bir duraklama dönemine girilir. Anadolu topraklarında ve bu dönem hiç de hayra alamet değildir. Artık savaşlar kazanılmıyor, işgal edilen ülkelerden vergi alınamıyor, devlet hazinesi giderek açık veriyordur. Bunun ceremesini kim çekecektir, elbette ki Anadolu´nun mazlum halkı. Aylıkları (Ulufe) ödenemeyen yeniçeriler, hergün padişaha karşı kazan kaldırmaktadırlar, sürekli sadrazamların kellesini istemektedirler. Verimli toprakları kendi yandaşlarına veren padişahlar, hazineyi doldurmak için ağır vergiler koyarak halkın kanıyla beslenmek isterler. Kendi halkına yabancılaşan, rüşvetin, çıkarcılığın kol gezmeye başladığı bir imparatorluk yozlaşmışlığın da bataklığına saplanmıştır. Yaşam koşulları giderek zorlaşan Anadolu halkı, Alevi-Bektaşi olmalarından dolayı kendi inançlarından olan İran Şahına daha sıcak bakmaktalar, hatta onun kendi şahları olmasını da dilemektedirler. Zaten İran Şahları, kendilerinin Oniki İmam soyundan geldikleri propogandasını da Anadolu halkına yaparak Aleviliği tüm Anadolu´ya yayma düşüncesindedirler. 1511 Şahkulu isyanı bu düşünüşün inanç boyutunu açıkça ortaya da koyar. Kah ekonomik nedenlerle, kah siyasi nedenlerle olsun, Osmanlı ile Anadolu Alevisi arasına kara kedi bir kere girmiştir. Bektaşi tarikatından olan babası padişah II. Beyazit´i tahtan indiren Yavuz Selim, ilkin Anadolu halkının aklını çelen İran Şahı Şah İsmail´i 1514 yılında Çaldıran savaşında yenerek ilk adımı atmış, ardından halifeliği kutsal emanetleriyle İstanbul`a taşıyarak hem halife hem padişah olmuş ve İslam halifesi olmanın gereğini de yerine getirerek binlerce Alevi insanını küçük büyük demeden katlettirmiştir. Alevi yi katletme geleneği bazı durumlarda sürgünlere de dönüşmüştür. Anadolu halkının sosyal sorunları büyürken, savaşları yitiren sadrazamların başı alınırken, toplumun sesi olan Pir Sultan Abdal yaşatılır mı hiç? Anadolu`nun yoksul halkının özgür dili olan Pir Sultan Abdal, insanın insana kulluğuna da başını kaldırmaktadır. O, Osmanlı padişahları gibi halkına ihanet edemezdi. Ortada bir suçlu varsa o da Osmanlının ta kendisidir. Halkından kopan bir Osmanlı, halkın yanında olan birinin şamarına onu yok etmekle yanıt verecektir.

 

O ki Pir Sultan, halk onda kendisini görmüş ona Sultan`ım demiştir. O halk bilmektedir ki, Pir Sultan kendi ezilmişliklerinin davasını gütmektedir. O, devrimci duruşuyla dünyayı titreten bir egemenin karşısında başını dik tutup eğilmemiştir.

 

1576 yılında İran seferinin başlamasından sonra Anadolu Kızılbaşlığı bir baştan bir başa kaynamakta, ayaklanmalar birbirini izlemekte, ortaya yalancı Şah İsmailler çıkmaktadır. 1570 yıllarında Bozok (Yozgat) sancağında Kızılbaş köylüler Hass-ı Hümayuna (Devlet hazinesi) ait vergilerini vermiyorlar, hatta hükümet memurlarını köylerine bile sokmuyorlardı.

 

Pir Sultan Abdal, bir ayaklanmaya katılmamıştır. Söylediği halk türkülerinden, Osmanlının baskıcı rejimini eleştirmekten, en fazla da On iki İmamlara olan bağlılığından nem kapan Sünni köylerinin şikayeti üzerine Sivas valisi Hızır Paşa tarafından tutuklanmıştır.

 

O: ”Dönen dönsün ben dönmezem diyen,” bir Anadolu yiğididir, bir Anadolu kahramanıdır, bir Anadolu efsanesidir.

 

Ama O, sazı eline alınca söylenmesi gerekeni söylemekten çekinmez.

 

Onun kılıcı elindeki sazıdır. O kıyamaz insana. O onurlu duruşuyla, eğilmez başıyla ezilenin ayaklanan bayrağı olur. Anadolu halkının yüreğinde dirilen, onların geleceğe umutla bakmalarını sağlayan bir kızıl gül vardır artık. Sular gibi çağlayan bir kızıl gül.

 

Pir Sultan, su katılmadık bir köylüdür. İnsanları sevmesinin, onların sorunlarına ortak olmasının yanı sıra her köylü gibi toprağına da bağlıdır, yaşamlarını kolaylaştıran hayvanlara da. Bir doğa aşığıdır o. Salt halkın davası için sazını eline alıp şiirlerini söylemez. Kendine yaşamı kolay kılan toprağa ve tarlasını süren öküzüne de, kuzusuna da sahip çıkmasını bilir. İnsan köylü olur da malı davarı sevmez olur mu? Olur mu ekini otu sevmemek?

 

Pir Sultan Abdal'ı astıran Hızır Paşa konusunda da karışıklık olduğu yazılıyorsa da, bu konuda yapılan araştırmalar; Sivas'ta valilik yapan iki  Hızır Paşa'nın olduğu ve birisinin Kanuni döneminde diğerinin ise III.Murat dönemine denk geldiği üzerinedir. Ama Pir Sultan Abdal'ın 1550 yıllarında idam edildiği göz önüne alınırsa, Kanuni dönemine denk gelmektedir. Zaten önemli başkaldırılarda Kanuni döneminde de devam etmiş ve Anadolu Alevisi onun döneminde de Aleviliğini saklamayı (Takiyye) canının kurtuluşu olarak görmüştür.

 

Pir Sultan'ın müridi iken el izin alıp İstanbul'a giden ve oradan Sivas valisi olarak dönen Hızır Paşa'nın gelişi de hiç rastlantı değildir bence. İran Şahının Osmanlının Anadolu Alevilerine yaptığı zulmü görünce, kendi lehine Anadolu'da propaganda yaptırması ve soyunun Oniki İmam soyuna dayandığını yayması, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamaya yönelik bir faaliyettir. Yavuz da bunu önceden gördüğü için pasif davranan babası II.Beyazit'i tahtan indirip yerine geçmiş, iki sene sonra da İran şahıyla Çaldıran'da karşılaşarak onu bertaraf etmiştir. Bununla yetinmemiş, Anadolu halkına olan baskısını giderek artırarak çıkardığı fetva ve yasalarla Alevileri canından bezdirmiş ve onlar Anadolu'nun en ücra köşelerine kaçıp büyük bir yaşam savaşı vermeye geleneklerini de sürdürerek çaba göstermişlerdir.

 

Araştırmacı İbrahim Aslanoğlu'nun Pir Sultan Abdallar kitabında derlemiş olduğu fermanlara bir göz atmak gerekir. Özetle:

 

8 Şubat 1576 "Rum Beylerbeyine hüküm:

 

"Bazı kimselerde Rafızi kitapları bulunup, hatta bunlardan bazısıda kendisinde emanet olduğunu bildirmekle kendisinde olan ve şairlerde bulunan kitapları ve sahiplerini İstanbul'a göndermesi hakkında.."

(Başbakanlık Arşivi Mühimme Defteri ) 24 Ekim 1576

 

Rum Beylerbeyine ve artıkabat kadısına hüküm:

 

"Haraza Halife denilen kimsenin Rafızi olduğu bildirilmekle teftişedilip Rafızi olduğu sabit olursa şer'ile cezası verilmesi hakkında."

 

2 Şubat 1577 "Rum Beylerbeyine hûkum:

 

Kangallı ve Alipınar ahalisinin ekserisi İran'a meyi ve muhabbet üzere olduğu bildirilmekle bu gibileri tahkik edip tahakkuk ettikte başka bir bahane ile katlolunmaları hakkında. 22 Kasım 1577

 

Bozok Bey i Çerkez Beye hüküm:

 

"Kızılbaşlıkla müttehem olan kimselerin defterleri sureti gönderildiği ve şer'ile sabit olmayıp, lakin müttehem olduklarına kanaat gelirse Kıbrıs'a sürülmeleri hakkında." Bu hükümlere bakıldığı zaman, Osmanlı'nın genel görüş açısının nereye gelip dayandığı ortaya çıkıyor. Salt hüküm olmakla kalmayıp ölüm emri verilircesine fermanlar da gizli bir şekilde dikkat çekiyor. Osmanlı tarihine girmeye başlayan bu keskin emirlere de bir göz atalım.

 

Buna göre:

 

A) Alevilikle ilgili bir kitap bulundurmak ve okumak ağır bir suçtur.

 

B) Bir kişinin Alevi olması idamını gerektirir.

 

C) Alevi olup da Sünniliğe dönse bile sözüne inanılmıyor. Daha kapsamlı bir soruşturma yapılması isteniyor. Soruşturma sonunda Alevi olmadığını ispat etse dahi yakasını kurtaramıyor. Bu gibiler Kıbrıs'a sürülüyor.

 

D) İdamların Alevilik suçundan dolayı yapıldığı gizleniyor, ona başka bir suç yakıştırın deniyor.

Aleviler de  bu baskıdan kurtulmanın yollarını buluyorlar. Türkçe konuşmayı bırakıp Sünni halkın konuştuğu dili konuşmaya başlıyorlar. Ramazan geldiğinde oruçlarını eksiksiz tutuyorlar. Camilere namaz zamanı gidip namazlarını kılıyorlar, bir yandan da Sünni halkı Alevi olmadıklarına inandırmaya çalışıyorlar.

 

Bu yolları denemeyenler de Anadolu'nun en ücra köşelerine kaçarak izlerini kaybettirip orada kendi yerleşim alanlarını kurarak, kendi geleneklerini sürdürüp, kendi hukuklarını yaratarak gözden ırak bir yaşamı yeğliyorlar.

 

Pir Sultan Abdal'in yaşamına ait bilgileri ancak yaşadığı dönemde, çevresinde olanların görüp duyarak birbirlerine aktardıkları, onun hakkında çıkan rivayetler ve şiirlerindeki söylemek istediklerine bakarak onun kişiliği ve karakter yapısı hakkında bilgi sahibi olunabiliniyor.

 

Pir Sultan Abdal, halkıyla özdeşleşmiş bir ozandı. Aradığı herşeyin halkın içinde olduği inancındaydı. Sayın İlhan Başgöz, Pir Sultan'ın şiirleri hakkında şu yorumu yapar."Onun şiiri  insanlarımızın elele verip de çektiği halay gibi, bulgur gibi, ektiği ekin gibi, biçtiği ekin gibi imece ile dokunmuş bir halk kumaşıdır."

 

Pir Sultan Abdal, şiirlerini not eden bir ozan değildir. Anında çalıp söylemiş ve söyledikleri insanlar tarafından özümsenip gelecek kuşaklara aktarılarak günümüze değin gelmiştir.

 

Pir Sultan Abdal, gününün toplumsal isyanına kucak açan, sömürüye, horlanmaya, ezilmişliğe, eşitsizliğe duyarlı bir öze sahiptir. Başkaldırı ruhu uyandığında şu dizeler düşer dudaklarından.

 

Gelin canlar bir olalım

Münkire kılıç çalalım

Hüseyn'in kanın alalım

Tevekkeltü taalallah

 

Özü öze bağlayalım

Sular gibi çağlayalım

Bir yürüyüş eyleyelim

Tevekkeltü taalallah

 

Açalım kızıl sancağı

Geçsin yezidlerin çağı

Elimizde aşk bıçağı

Tevekkeltü taalallah

 

Pir Sultan'ım geldi cûşa

Münkirlerin aklı şaşa

Takdir olan gelir başa

Tevekkeltü taalallah

 

Toplumun ancak bir araya gelmesi durumunda egemenin karşısında durulabileceğini söyleyen Ozan, elbetteki Osmanlının dikkatini ve tepkisini toplayacaktır.

 

Haksızlığın karşısında da duramaz ya. Haram yiyenlere de söylenecek sözü vardır Pir Sultan Abdal'ın.

 

Koca başlı koca kadı

Sende hiç din iman var mı

Haramı helâli yedi

Sende hiç din iman var mı

 

Fetva verir yalan yulan

Domuz gibi dağa dolan

Sırtına vururum palan

Senin gibi hayvan var mı

 

İman eder amel etmez

Hakkın buyruğuna gitmez

Kadılar yaş yere yatmaz

Hiç böyle bir şeytan var mı

 

Pir Sultan'ım zatlarınız

Gerçektir şöhretleriniz

Haram yemez itleriniz

Bu sözümde ziyan var mı

 

Osmanlı`nın Ali, Alevi, Şah sözcüklerini yasaklamaya çalıştığı dönemde Pir Sultan yine susmaz.         

Çeke çeke ben bu dertten ölürüm

Seversen Ali'yi değme yarama

Ali'nin yoluna serim veririm

Seversen Ali'yi değme yarama

 

Pir Sultan Abdal, dönekleri de bilir tarih boyunca. Anadolu halk ayaklanmalarında binlerceyi bulan isyancıların, Osmanlının oyunları sonucunda binlere düştüğünü görür ve üzülür kendince. Onun için dönülmez bir yoldur baş konulan dava. Dörtlüklerinde buna da değinir.

 

Koyun beni hak aşkına yanayım

Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

Yolumdan dönüp mahrum mu kalayım

Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

 

Pir Sultan'ın dayandığı dağlar vardır. Hızır Paşa'nın Osmanlıya güvendiği gibi. Tanrı'ya olan inancını hiçbir zaman yitirmez. Atıldığı zindanda dahi kurtuluş umudu sönmemiştir yüreğinde. Rafıziliğin yasak olduğu dönemde yine sesini çıkaran Pir Sultan Abdal'dır. Hızır Paşa'dan başlayıp, umudu olan Tanrı ile birlikteliğini sergiler.

 

Hızır Paşa'nın zulumu var ise

Ne yapayım benim de bir âhım var

Senin tuğlu padişahın var ise

Benim arkam kal'em bir Allah'ım var

 

Pir Sultan Abdal öfkelidir de. Soyunu sopunu soranlara öfkesini sunar birlikte, inkara da kalkışmaz. Çünkü yakışmaz ona. Gittiği yolu, gördüğü yolu, geleneğinin özünü deyişlerine katar.

 

Sofi mezhebimi neden sorarsın

Biz Muhammed Ali deyenlerdeniz

Gözlüye gizli olmaz ne ararsın

Biz Muhammed Ali deyenlerdeniz

 

Astığı astık, kestiği kestik bir Osmanlının karşısına ancak inancı ve direnciyle çıkabileceğini gösteren Pir Sultan Abdal, sazıyla ve sözüyle zalime başkaldırmanın tarihteki en güzel örneğini vermektedir. O, bilir ki, insanın insana kulluğunu kabul edemez, boyun eğmek onun kitabında yazmaz. Hızır Paşa'nın affına sığınıp söylediği deyişlerde Şah kelimesini kullanmayabilir de, ama  işte o zaman Pir Sultan Abdal olamaz, dönen dönsün ben dönmezem yolumdan diyemez ve bugünlere devrimci kişiliğini de taşıyarak varamaz, tarihin o karanlık kuyularında anında yitiverir.

 

O,bilir ki, gerçekleri söylemek suç değildir. Asıl suç; halkı ezmek, sömürmek, baskı altına almaktır. Ona göre o suçu da Osmanlı egemeni işlemektedir.

 

Kaynakça:  

A. Celalettin Ulusoy, Yedi Ulu`lar

İbrahim Aslanoğlu,  Pir Sultan Abdallar                           

Sabahattin Eyuboğlu, PiR Sultan Abdal                                

Pir Sultan Abdal, Ümraniye. Com                                      

Psakd.org /  yediuluozan

 

                   

 

KUL  HİMMET

Yaza yaza geldik Yedi Uluların yaşadığı dönem itibari ile yedinci olan Ulu ozanına.

 

Kul Himmet, Tokat iline bağlı Almus ilçesinin bugünkü adı Görümlü kasabası olan Varsıl köyündendir. Kaynaklara göre, XVI. Yüzyılın (16.yüzyıl) ikinci yarısında yaşamıştır. Kul Himmet hemen hemen bütün nefeslerinde yaşamının bir parçası haline getirdiği, Hz. Ali, On İki İmamları ve Hacı Bektaş'ı Veli`yi büyük bir sevgi yoğunluğuyla ve içtenlikle anlatır. Kul Himmet`in Pir Sultan Abdal`ın çağdaşı olduğu, onun etkisinde kalıp, toplumsal isyanların giderek arttığı o dönemlerde onunda Anadolu`nun sömürülen, ezilen her insanı gibi Osmanlı baskısına boyun eğmeyip eylemlere katıldığı bilinmektedir. Tokat`ın Daduk köyünde ölen Pir Sultan`ın oğlu Pir Muhammed belki de babasıyla aynı dönemde yaşayan Kul Himmet ile de görüşüyor olup, onun davetiyle Tokat yöresine gidip orada ölmüş de olabilir.

 

Kul Himmet`in şiirlerine bakıldığı zaman, Hacı Bektaş Veli`nin yol ve erkanını öğretici bir şekilde şiirlerinde işlemeye büyük özen gösterir. Bir Anadolu Alevisinin nasıl olması, nasıl davranması hakkında da gerekli tembihleri şiirlerinde kulaklara taşır. Kul Himmet büyük bir olasılıkla Hacı Bektaş Veli torunlarından ve Postnişin Balım Sultan`ın kardeşi olan ve ondan sonra posta oturan Kalender Çelebi`nin başlattığı Osmanlıya karşı başkaldırıda yer aldığı sanılmaktadır.

 

Kul Himmet, yaşıyorken nefesleriyle, duazı imamlar`ıyla herkes tarafından bilinen ve tanınan bir halk ozanıydı. O dönemde ve daha sonra yaşanmış dönemlerde Kul Hüseyin ve Kul İbrahim (Kul İbrahim Üstadım) mahlaslarını kullanan ozanlarla şiirleri karıştırılmıştır. Ozanlık yeteneği üst seviyede bulunan ve Türkçe dilini çok iyi, ustaca kullanan Kul Himmet`in şiirleri günümüzde bestelenip türküler olarak dillerde dolaşırken, Alevi cemlerinde, halk toplantılarında da nefesleri ve duazı imamları vazgeçilmezler arasında yerlerini almışlardır.

 

Şiirlerinin taşıdığı ocağa bağlılık, onun iyi bir tekke ve tarikat eğitimi aldığını da ortaya koyar. Pir Sultan türü yazıyor olması onun etkisi altında kaldığının da en büyük delilidir. Hatta onun müridi olduğu da söylenir. Kul Himmet, salt Alevi-Bektaşi ozanları değil, olmayanları da derinden etkilemiştir.

 

Hacı Bektaş Veli ile başlayan hümanizm (İnsancılık) duygularını şiirleriyle insanlara taşımış, tarikat ışığında beliren insan sevgisini Hacı Bektaş Veli üzerinde yoğunlaştırarak nesnel duruma getirmiş, tanrı kavramını bir varlık olan insanla özdeşleştirmiştir.

 

Kaynakça:  

A. Celalettin  Ulusoy,  Yedi  Ulu`lar

Psakd,org /  yediulular    

 

                                                              - Ozanlarımız  -