Âşık Remzâni

 

 

 

Namık Kemal DOĞANAY

 

 

AHİLİK VE AHİLİĞİN ALEVİ/BEKTAŞİLİKLE İLİŞKİSİ

  

Eline, beline, diline sahip olmak, nefsini yenmek, alçakgönüllü olmak, kendini beğenmişlikten kaçınmak, hoşgörülü davranmak, şefkatli olmak, başkalarını kendisine tercih etmek, sır saklamak, düşmana bile iyilik etmek, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, yaptığı iyilikten karşılık beklememek, yoksulları, zayıfları korumak, zenginse fakiri hiçbir sebeple hizmetinde kullanmamak, başkalarının kusurunu bırakıp, kendi kusuruyla uğraşmak, zalimlerle mücadele etmek, hile yapmamak, kimsenin hakkını yememek, herkese eşit davranmak ve eşit paylaşmak, ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunup, yakın akrabayı ihmal etmemek, arkadaşlarına ve komşularına iyi davranmak, riyayı terk etmek, büyüklere karşı hürmetli olmak, işinde ve hayatında doğru, güvenilir olmak, sözünde ve sevgisinde vefalı olmak, sözünü bilmek, hizmette ve vermede ayırım yapmamak, güler yüzlü ve tatlı dilli olmak, hataları yüze vurmamak, dostluğa önem vermek, hiç kimseyi azarlamamak, dedikoduyu terk etmek, komşularına iyilik etmek, daima samimi davranmak, sabır ehli olmak, cömert, ikram ve kerem sahibi olmak, daima hakkı gözetmek, öfkesine hâkim olmak, içi, dışı, özü, sözü bir olmak, kötü söz ve hareketlerden sakınmak, maiyetindekileri korumak ve gözetmek, makam ve mevki sahibi iken mütevazı olmak, güçlü ve kuvvetli olunca affetmek, alım, satım ve üretim ilişkilerinde güveni sağlamak, kaliteli mal üretmek.

 

Yukarıda sıralanan prensipler; ahlaklı, iyi bir insan olmak için uyulması gerekli  prensiplerden birkaçıdır. Bu prensipler, aynı zamanda bugünkü anlamda, halkın bir sanat ve meslek alanında yetişmesini sağlayan meslek okulu; diğer yanda çalışanların emeklerini koruyan, sosyal güvenceyi, dayanışmayı, yardımlaşmayı sağlayan bir sendika ve/veya meslek odası gibi işlevi olan Ahilik kurumunda, çıraklık süresince öğretilen 124 adap ve erkan kaidelerinden birkaçıdır. Ustalık, pirlik ve üstadlıkta ise 740 adap ve erkanın daha bilinmesi gerekmektedir.

 

Bir de aşağıdaki dört kapı kırk makama gözatalım;

 

Şeriat Makamları:


           İman etmek,  İslâmın şartlarını yerine getirmek, ilim öğrenmek, ihsan, evlenmek, helalinden yemek ve giyinmek, Ehl-i sünnet ve cemaatten olmak, şefkat ve merhamet, helal kazanmak ve faizi haram bilmek, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak.


           Tarikat Makamları:

 

Tövbe etmek, bir mürşide bağlanmak, başı tıraş etmek ve tarikat elbisesi giymek, nefsi ile mücadele etmesi,  hizmet etmek, hata yapmaktan, gönül kırmaktan, kötülük yapmaktan korkması, Allah'tan başkasını terk etmek, hırka(sadelik), makas(dünya ile her türlü ihtirasın, her türlü kötü düşüncenin zihinlerden atılması), seccade (Tanrının karşısında insan oğlunun ne kadar aciz olduğunu kavrayarak bir, hırs, kendini beğenmişlik gibi duygulardan uzak durmak), icazet (tanrının sevgisinin ateşiyle yol gösterecek aydınlatıcı aramak için gezip dolaşmak),ibret ve hidayet, cemaat sahibi, nasihat sahibi, bütün yaratılmışlara sevgi sahibi olmak, aşk, şevk ve kanaat (böyle özlemi duyan Marifet kapısına gelmiştir).


           Marifet Makamları:  


           Edep(yolun kurallarına aykırı hiçbir davranışta bulunmamak), Allah korkusu, nefis terbiyesi (her türlü aşırı istek ve yönelişlerden, aşırı düşünce ve duygulardan perhizkarlık yapması), ikrar ve tasdik, haya/utanmak, cömertlik, ilim, sükunet ve miskinlik(gösterişsiz yaşamak), gönül adamı olmak (tüm gerçekleri bilme-alma hali), kendini bilmek.


           Hakikat Makamları:


           Toprak gibi alçak gönüllü olmak, bütün yaratılmışlara aynı gözle bakmak, Allah'ın kendisine verdiği gibi başkalarına ikramda bulunmak, ölmeden önce nefsini yok etmek, hiçbir canlıya zarar vermemek, konuştuğu zaman sadece hakkı/doğruyu söylemek, iyi ve olgun insanların yoluna girmek, kerametlerini gizlemek, sabırlı olmak ve Tanrıya ulaşma, İlm-i ledünn iyi öğrenmek (Tanrının cemalini görebilmek o zevke erebilmek, mutlak gerçeğe ulaşmak).

Alevi/Bektaşiliğin kişinin olgunlaşıp kamil olma sürecini belirten dört kapı-kırk makam ile Ahiliğin yukarıdaki kurallarının incelenmesi durumunda, iki kurum arasındaki benzerlikler görülecektir. 

Alevi/Bektaşilikte kişinin eline, beline, diline sahip olması gerekir. Ahilikte de ilk şart alnını, gönlünü, kapını açık; dilini, belini, gözünü bağlı tutman gerekir.

Alevi/Bektaşilikte cem törenlerine düşkün insanlar giremezken, Ahilikte de düşkünlüğe neden olan kötü davranışları olan çıraklar (feta-yiğit) giremezler.

 

O halde Ahiliği biraz daha yakından tanıyalım;

 

Ahilik

 

Ahilik, 13. yüzyılın ilkyarısından sonra Anadolu’da kurulan ve halkın sanat, meslek alanında yetişmelerini, ahlaki yönden gelişmelerini sağlayan, kendi aralarında yardımlaşmayı ve dayanışmayı sağlayan, bugünkü anlamda sendika veya meslek birliği gibi bir kuruluştur. Bu birlik, Ahiyan-Rum(Anadolu Ahileri) ve onun piri/ üstadı Ahi Evran Veli tarafından kurulmuştur.

Ahi” kelimesi Arapça “kardeş” anlamına gelmekte olup, Divanü Lügati’t Türk’te cömert, yiğit anlamına gelen “Akı” kelimesinden türediği kaydedilmektedir. Ahiliğe, yiğitlik, mertlik anlamına gelen Fütüvvet te denilmektedir. Ahi(Fütüvvet) kuruluşlarının önemli bir kısmı, tarikat olarak kendilerini İmam Ali’ye bağlarlar. İmam Ali’ye göre Fütüvvet’in(Ahi) dört ilkesi;

 

- Güçlüyken affetmek,

- Sinirliyken yumuşaklık göstermek,

- Düşmanına bile iyilik etmek,

- Muhtaçken bile başkalarına vermek.

 

Ahiliğin kökenleri konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı kaynaklara göre Ahilik, Moğol baskınlarından dolayı 12. ve 13. yüzyıllarda, Türkistan, Buhara, Semerkand, Taşkent, Merv gibi Türk kentlerinden Horasan üzerinde Anadolu’ya gelen esnaf ve sanatkârlar tarafından kurulan bir meslek kuruluşudur.

Bazı araştırmacılar ise, Ahiliğin kökenlerini, Arabistan ve Bağdat’ta, İmamiye kolundan Abbasi Halifesi Nâsır Lidinillah tarafından kurumlaşan Fütüvvet teşkilâtına bağlamaktadırlar.

Anadolu’daki Ahilik hakkında en ayrıntılı bilgiyi ise Arap gezgini İbni Battuta vermiştir.

Ibni Battuta,1329-30 tarihlerinde Anadolu’da yaptığı seyahatta, Alanya’dan başlıyarak Burdur, Gölhisar, Lâdik, Milâs,  Konya, Niğde, Aksaray, Kayseri, Sivas, Gümüşhane, Erzincan, Erzurum,  Tire, Manisa, Balıkesir, Bursa, Görele, Geyve, Yenice, Mudurnu, Bolu, Kastamonu, Sinop gibi kentleri dolaşırken, misafir kaldığı Ahi zaviyelerinde gördüğü  ilgiyi ve Ahilerin üstün özelliklerini şöyle anlatmaktadır:

              “Ahiler Anadolu’da sakin Türkmen kavimlerinin her vilâyet, kasaba ve köylerinde mevcuttur. Ahiler yabancılara fazla hürmet ve sevgi göstererek, yemek ve yatacak yerlerini de hazırlamakta olup, zalimleri cezalandırmaktan ve arkadaşlarını ve onlara yardım eden kötü insanları katil ve mahvetmek hususunda bunların dünyada bir misli daha yoktur. Ahi şu demektir. Bekâr genç erden ve sanat erbabından olanların toplanarak, kendilerine bir reis seçerek ona bağlananlara denilir. Cemiyetlerine de Fütüvvet adı verilmektedir. Ahi reisleri bir zaviye inşa edip içini halılar vesair eşya ile tefriş ederek, geceleri de zaviyede kandiller yakmaktadırlar. Ahi gençleri gündüzleri para kazanmak için çalışıp, ikindiden sonra kazandıklarını Ahi Babalarına teslim etmektedirler. Şayet bulundukları şehre bir misafir gelirse, zaviyelerine derhal misafir ederlerdi.  Bu alınan şeylerle o misafire ziyafet çekerler, o kimse gidene kadar, bunların misafiri olurdu. Eğer zaviyenin bir misafiri olmazsa yemeklerini yerler, sonra da zaviyede semahlar yaparlar, ikindiden sonra yine hepsi kazançlarını reise teslim ederlerdi. Bunlara Fityan, reislerine de Ahi denilir. Dünyada bunlardan ziyade yüksek meziyetlere sahip insan görmedim.  Şiraz ve İsfahan ahalisinin de bu hususlarda onlara benzerliği varsa da, ahilerin misafirlere muhabbet ve ikram ve şefkatlarını daha ziyade buldum.

              Antalya’ya geldiğimin ikinci günü, Ahilerden biri Şeyh Şahabettin Hamevi’ye gelerek, onunla Türkçe konuştu. Ben o zamana kadar Türkçe duymamıştım. Gelen adamın üzerinde eski ve yamalı bir elbise ve başında keçeden külah vardı. Şeyh bana:

   -       Bu adamın bana dediğini biliyor musun? diye sordu.

   -       Bilmiyorum! diye cevap verdim.

   -       Sizi ve arkadaşlarınızı ziyafete davet ediyor, dediği zaman şaştım ve lâkin- evet!  demiş bulundum.

           Adam gitti, şeyhe dedim ki:

   -       Bu adam pek fakirdir. Bize bir ziyafet vermeğe kudreti yok zannederim, kendisini rahatsız etmek doğru değildir,  deyince,  Şeyh gülerek:

   -       Bu Ahilerin reislerinden, kundura dikicilerinden biridir; cömertlik ve ikramla ruhunun içi doludur. Sanatkârlardan iki yüz kadarı yoldaşı bunu reisliğe seçmiştir. Bunlar ziyafet vermek için bir zaviye inşa edip, gündüz kazandıklarıni gece sarfederler, cevabında bulundu.

              Akşam birlikte zaviyeye gittik. Burası nefis Anadolu halılarıyle tefrif edilmiş. Irak camından yapılmış birçok avizelerle süslü idi. Misafir odasında beş adet pisus vardı. Pisus, bakırdan yapılmış bir çerağa verilen ad olup, üç ayağı ve başında bakırdan bir kandil, ortasında ise fitil için bir boru vardı. Bu fitil erimiş iç yağı ile doldurulmuştu, yanına da yağ ile doldurulmuş bakır bir avanı konulmuş, orada fitili düzeltmek için bir makas mevcuttu. Ahilerden birisi bunu yakardı; buna çerağcı denilmektedir. Zaviyede gençlerden bir grup saf oldular. Arkalarında abadan bir elbise, ayaklarında mestleri vardı. Her birinin belinde bulunan kemerde iki karış uzunluğunda birer bıçak asılı idi. Başlarında softan beyaz bir külâh olup, bu külâhın tepesinde bir karış uzunluğunda ve iki parmak genişliğinde bir şerit mevcuttu. Bunlar toplandıkları zaman, hepsi külâhlarını çıkarıp önlerine koydular. Zaviyenin ortasında misafirlere mahsus bir peyke bulunuyordu. Biraz sonra bizlere birçok yemekler ve meyva tatlılar ikram ettiler. Yemekten sonra şarkılar söyleyip semaha başladılar. Ahilerin bu halleri insanı hayrete sevketmektedir. Bilhassa cömertlik ve yüksek ruhları hakkındaki hayretim daha fazladır.”

Ahilik kurumunun üyelerinin, bazı prensipleri benimsemesi gerekir. Ahiliğe ilk giren  Feta(yiğit), sonra Ahi ve en sonunda Pir(üstad) olur. Ahiliğe girmek için, fetaların ilk önce “alnını, gönlünü, kapını açık tutup, belini, dilini, gözünü bağlı tutması” kuralını benimsemesi, Feta’lık süresince en az 124 adap ve erkanı, ustalık, pirlik, üstatlık döneminde ise 740 adap ve erkanı bilmesi gerekmekteydi.

 

Ahiliğin Kurucusu Ahi Evran

 

Asıl sanatı debbağ (dericilik) olan Ahi Evran, debbağların piri ve otuziki adet esnaf ve sanatkârın da lideridir. Ahiliğin usul ve erkanlarını (Fütüvvetname) hazırlayan Ahi Evran’dır. Eşi Fatma Bacı ise, Ahilik-Bektaşilik bünyesinde örgütlenen Baciyan-ı Rum’un (Anadolu Bacıları) lideridir.

Ahiliğin kurucusu Ahi Evran’ın asıl ismi, Mahmud Bin Ahmed’dir. İran’ın Batı Azerbaycan bölgesindeki Hoy Kasabası’na XI. yüzyılda gelip yerleşen Türkmen bir ailenin çocuğu olarak 1171 yılında dünyaya gelmiştir. Lakabı Nasîruddîn olan Ahi Evran, Ahi secerelerinin çoğunda da Nimetullah adıyla anılır. Daha çok “gök, kâinat” ve “yılan, ejderha” gibi anlamlara gelen Evran ismi ile anılmıştır.

Ahi Evran, XIII. yüzyıl başlarında Moğol istilasının önünden kaçarak önce Bağdat’a gelmiş ve bir süre burada kalmıştır. Ahi Evran, Bağdat’ta iken fütüvvet teşkilatının ilerigelen şeyhleri ile görüşmeler yapmıştır.

Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus’un elçisinin daveti üzerine, Ahi Evran Anadolu’ya geçmiştir. Hocası ve kayınpederi Kirmânî ile birlikte Anadolu’yu gezerek Ahilik teşkilatının kuruluşunda ve yayılışında çok önemli rol oynamıştır. Evhadüddin Kirmânî’nin vefatı üzerine Ahi Evran, Kayseri’ye yerleşmiş ve hocasının yerine geçerek onun misyonunu sürdürmüştür. Hem esas mesleği ve geçim kaynağı olan debbağlık (deri işçiliği) ile uğraşmaya, hem halkı irşada, hem de Ahilik teşkilatını geniş çapta yaymaya devam etmiştir. 

Ahiliğin Anadolu’da yayılmasında önemli katkıları olan Alaaddin Keykûbât’ın, oğlu  tarafından öldürülmesinden sonra, yeni sultan, veziri Sadettin Köpek’in de etkisiyle, iktidarına karşı oldukları gerekçesi ile pek çok Ahi ve Türkmen zümresini öldürtüp bazı ileri gelenlerini tutuklatıp hapsetmiştir. Hapse atılanlar arasında Ahi Evran da olup, beş yıl  tutuklu kalmıştır. Daha sonra II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümüyle hapisteki bütün Ahiler serbest bırakılır. Yerine geçen Sultan II. İzzeddin Keykavus, Ahilerle yakın ilişki içinde olmuş, Ahi Evran’ı ve Konya’yı terk eden diğer Ahileri  Konya’ya çağırır. Böylelikle sultanın davetiyle tekrar Konya’ya dönen Ahi Evran, Şems-i Tebrizî’nin ölümünden, Mevlânâ’nın oğlu Alaeddin Çelebi ile bazı Ahilerin sorumlu tutulmaları nedeniyle, Konya’dan ayrılarak, Hünkar Hacı Bektaş Velî’nin yaşadığı Kırşehir’e gelmiş ve ömrünün son on beş yılını burada sürdürmüştür. 

Moğolların Anadolu’yu istila etmeleri üzerine, Moğollara karşı en güçlü direniş, Kırşehir’de ortaya çıkmış; Ahi Evran ve arkadaşları, Moğollara karşı mücadele vermiştir. IV. Kılıçarslan ve Moğolların baskısıyla, Kırşehir emiri Nurettin Caca tarafından, Ahi Evran ve pek çok arkadaşı öldürülür.(1264)

 

              Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran İlişkisi

 

Ahi Evran’in yaşamıyla ilgili olarak, Hacı Bektaş Vilâyetnamesinde, menkibeler anlatılmaktadır. Hacı Bektaş Vilâyetnamesi’nde: “O zamanlar, Kırşehir’in adı Gülşehri’ydi. Camileri, mescitleri, medreseleri çoktu, mamurdu. Şehirde müderrisler, bilginler, olgunlar vardı. Bunların içinde, Ahi Evran adlı bir er de vardı ki, Denizli’den Konya’ya, ordan Kayseri’ye gelmiş. Kayseri’den de kalkıp Gülşehri’ne gelerek yerleşmişti. Fütüvvet ehlinin ulusuydu, fakat aslını, soyunu, nereli olduğunu kimse bilmez, çünkü gayb erenlerdendir. Onu, Sadreddin-i Konyevi, âleme bildirdi. Bu erin birçok kerameti vardır, gün gibi meşhurdur.

Hacı Bektaş’la Ahi Evren, birbirlerini pek severlerdi. Hattâ Ahi Evran, bir gün sohbet ederken kim dedi, bizi şeyh edinirse, onun şeyhi Hacı Bektaş Hünkâr’dır. Bundan sonra Ahi Evran, Kırşehri’ne geldi, orda yerleşti. Birçok kerametler gösterdi, istiyenler, manâkıbında bulurlar. Ahi Evran’a, Hünkâr’dan bahsettiler, kerametlerini söylediler. Hünkâr’ı görmek, onunla görüşmek istedi, Sulucakaraöyük’e doğru yola çıktı. Bu hal, Hünkâr’a malum oldu, O da Kırşehri’ne doğru yola düştü. Kırşehri’nin yakınında bir tepe vardı, ordan Kırşehri görünürdü. O tepenin üstünde buluştular. Oturup sohbet ettiler. Sonra vedalaştılar, Hünkâr, Sulucakaraöyük’e döndü, Ahi Evran da Kırşehri’ne gitti.

Hacı Bektaş, bir kere daha, Ahi Evran’ı görmek için Kırşehri’ne hareket etti. Ahi Evran’a malum oldu, o da karşı çıktı, tepenin üstünde birbirleriyle buluştular. Sohbet sırasında Ahi Evran, “Erenler Şahı dedi, ne olurdu, burda bir pınar olsaydı da abdest almaya, içmeye yarasaydı.” Hünkâr, mübarek eliyle bir yeri eşti, arıduru güzelim bir su çıktı. Akmaya başladı. Ahi Evran, gene “Erenler Şahı, bir gölgelik ağaç da olsa, sıcak günlerde gölgelenirdik.” dedi. Hünkâr, “Ne ola Ahi’m” dedi. Ahi Evran’ın kavak ağacından kesilmiş bir sopası vardı, onu aldı, bir yeri kazıp dikti. Sonra bir anda yeşerdi, yapraklandı. Bu olaydan sonra bir müddet daha sohbet etmişler, sonra vedalaşmışlardı. Bu kavak ağacı büyümüş büyük gölgelik bir ağaç haline gelmiş ve uzun yıllar yaşamış, ayrıca o pınar da uzun zaman akmıştır. Sonra Kırşehir’e biri gelip o ağacı kesmiş ve evinde kullanmış; Ahi Evran oğulları, durumu anlayıp ona ‘İyi etmedin, bu yaptığın sana hayır getirmez, orası Ahi Evran Padişah ile Hünkâr Hacı Bektaş Velî’nin oturup sohbet ettikleri yerdi, orası âşıkların, muhiplerin ziyaret yeriydi’ demişlerdi. Gerçekten de bir süre sonra o adam ölmüş, evi de yıkılmıştı, bununla birlikte ağacı kesenler için de iyi olmamış, onlara da bu iş, iyilik getirmemiş, aradan bir zaman geçtikten sonra pınar kurumuştu. Fakat bu pınar yeri, bugün hâlâ bellidir”

Hacı Bektaş Velî, Ahi Evran’dan on-onbeş yaş küçük olmakla birlikte, aralarında çok yakın, sıcak ve samimi bir ilişki olduğu, ikisinin birbirini derin bir muhabbet bağıyla sevdiği Velayetname’de ifade edilir. Hatta Hacı Bektaş Velî’nin en yakın dostlarından biri, Ahi Evran’dır. Nitekim, Ahi Evran’ın bir sohbetinde, “Her kim, bizi şeyh edinirse onun şeyhi, Hacı Bektaş Hünkârdır”demiştir. 

Vilayetname’de de görüldüğü üzere; Hacı Bektaş Velî ile fütüvvet ehlinin piri Ahi Evran arasında çok yakın bir ilişki bulunmaktadır. Her ikisi arasında ortak noktalar fazladır. Her ikisi de, aynı dönemde ve aynı çevre içinde yaşamışlardır. İkisi de, Horasanlı olup, Moğol istilasının önünden kaçan  insanlarla birlikte Anadolu’ya gelmiştir. Hem Hacı Bektaş Velî, hem de Ahi Evran, tasavvuf kültürü içinde yetişmiştir. 

Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı yapıtında Ahiliğin, Alevi Bektaşilik’le ilişkilerini şöyle açıklamaktadır: 

“Bektaşilik ve ondan pek az farklı olan Kızılbaşlıkla Ahilik arasında âyin ve erkân bakımından büyük bir benzerlik görmekteyiz; bu sebeple Ahilerin XIV. yüzyıl sonlarında Bektaşi adını alarak silsilelerini Hacı Bektaş Veli’ye isnad ve eriştirmeleri, bize göre uzak bir ihtimal değildir. Bu ihtimal kabul edilmese bile, her hâlde Ahilik’in Bâtıni mâhiyeti inkâr edilemez. Fütüvvet (Ahilik) hakkında yukardan beri zikrettiğimiz birçok kaynakların esaslı bir tahlili, öyle zannediyoruz ki bu faraziyyeleri kuvvetlendirecektir.” 

Görüldüğü gibi, Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran’ın ilişkileri, yaşadıkları süre içerisinde, çok yakın bir boyutta seyretmiştir. Hemen her konuda birbirlerine yardım ettikleri, sıkı bir dayanışma içerisine girerek adeta birbirlerinin gönüldaşı oldukları görülmektedir. Bu yüzden Alevi Bektaşi geleneğinde her iki Veli, birbiriyle musahip olarak kabul edilmektedir. Bu yüzden Ahi Evran’ın öldürülmesinden sonra eşi Fatma Bacı, Hacı Bektaş Velî’ye gelerek onun himayesinde ve onun çevresinde hayatını sürdürmüştür.

 

Sonuç

 

Gerek yaşam felsefeleri, inançları, kültürleri ve ahlâki değerleri, gerekse sosyal ve siyasi düşünceleri bakımından Ahilik, Alevi-Bektaşilik’ten ayrı bir kurum değildir. Alevi-Bektaşiliğin öğretisi ve inancı doğrultusunda gelişen mesleki bir birliktir.

Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran’ın aynı dünya görüşünü, aynı hayat felsefesini ve bu çerçevede aynı manevi ve ahlaki değerleri paylaştıklarını söyleyebiliriz. Ahilikte bulunan, şedd/kuşak bağlama, meydan süpürme, sır saklama, yol atası/rehber, yol kardeşi/musahiplik, eşik öpme ve aynı kâseden dem içme, fetaların bilmesi gereken sual ve cevaplar ile, bunların yanında dinî törenlerde ve ahiliğe girmede okunan dua ve gülbanklar gibi fütüvvetnâmelerde geçen pek çok unsur ve inanç motifi, Alevi-Bektaşilikte de bulunmaktadır. Yine Ahilikte bulunan çihâr darb (traş töreni) ile halifeye sofra, tuğ ve çerağ verilmesi gibi törenler de, Alevî-Bektaşilikten geçmiştir.

              Alevi-Bektaşilikte olan “Eline, diline, beline sahip ol” düsturunun bir benzeri olan Ahilikteki “Alnını, gönlünü, kapını açık; dilini, belini, gözünü bağlı tut” düsturu da tamamen Alevi-Bektaşi inancı değerlerinden kaynaklanmıştır.

              Alevi-Bektaşilik düşünce ve inancının, meslek ve sanatta hemen hemen birebir yansıması olan Ahilik; Fatih’den sonra Osmanlı Devleti’nde Alevi-Bektaşiliğin tasfiye edilmesi gibi bir sürece girmiştir. Osmanlı devletinin ilk dönemlerinde, işletmeleri ve yönetimleri Ahi kurumlarına verilen deri işleme, tuzla, gümrük yolları, dokuma atölyeleri gibi bazı işletmelerin ve vakıf arazilerinin ellerinden alınması; Alevi-Bektaşi ayaklanmaları sunucu Alevi-Bektaşi kıyımları, Ahi zaviyelerini ekonomik ve politik yönden zor duruma düşürmüştür. Osmanlının dini, siyasi ve ekonomik baskılardan dolayı kurumlarını işletemez duruma gelen Ahilerin bir kısmı, Osmanlı burjuvası içerisinde asimile olurken, büyük bir kısmı da Alevi-Bektaşilik içerisinde yerini aldı. Osmanlıda Alevi-Bektaşiliğe yapılan baskılar, kıyımlar ve asimilasyonlara paralel  olarak, kollektif yaşamın öncüleri olan Ahi örgütleri de, etkinliğini yitirmek zorunda kalmıştır.

              Tamamen Alevi-Bektaşi inanç temelinde örgütlenen Ahiliği; son yıllarda gerek hükümetler, gerek Diyanet-Sünni Mollalar, gerek Sünni anlayışlı öğretim görevlileri ve gerekse  bazı meslek kuruluşları, Ahiliğin Alevi-Bektaşi inancı, felsefesi, yaşam biçiminden değil de, sünni ve milliyetçi inançtan, felsefeden kaynaklandığını ispat etmeye, halkı düşüncelerini bu yönde değiştirmeye çaba göstermektedirler. Bu çabalarında da kısmen başarılı olmuşlardır. Nitekim çoğu Alevi-Bektaşiler de, yeterli bilgi sahibi olunmaması nedeniyle Ahiliğin sünni bir teşkilat olduğunu düşünmektedir. Alevi-Bektaşilik araştırması yapan, kitaplar yayınlayan Alevi-Bektaşi aydınları da bugüne kadar Ahilikle ilgili yeterli araştırma yapmamış, kitaplar yayınlamamıştır.

Alevi-Bektaşilerin, Ahiliği yakından tanıması ve sahiplenmesi; Alevi-Bektaşi aydın ve araştırmacıların Ahilikle ilgili araştırmalar yapması; Alevi-Bektaşi işadamları, esnaf ve sanatkarlarının ise, Ahilik felsefesi, adap ve erkanları doğrultusunda biraraya gelmesi ve güçbirliği oluşturmasının zorunluluk olduğuna inanmaktayım.

 

 

Kaynakça:

-       BAYRAM, Mikail (1991) “Ahi Evren ve Ahi Teştilatının Kuruluşu”

-       KÖPRÜLÜ,Fuad,1984 “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” 

-       ÖZ, Gülağ, 1997, “İslamiyet, Türkler ve Alevilik”

-       Velayetname-i Hacı Bektaş Veli, Sefer Aytekin, Ankara

-       YILDIZ, Harun, 2012, “Hacı Bektaş Veli ve Ahi Evran İlişkisi”, Türk kültürü ve HBV Araştırma Dergisi,61

 

 

                                                          - Makaleler -