Âşık Remzâni

 

 

 

OSMANLICA TÜRKLER'İN DEĞİL, DEVŞİRMELERİN DİLİDİR

 

Murtaza DEMİR

 

 

Tebaa, yani günümüz deyimiyle yurttaşlarOsmanlı yönetimine, Osmanlı da tebaaya yabancıydı. Tebaa, sarayın ihtiyaçlarını ve asker gereksinimini karşılayan, başka da bir şeye yaramayan; ‘aptal,  vahşi, geri zekâlı Türklerden’ başkası değildi. Bu yüzden Saray bürokratlarının, Türk’ün dilini anlamaları gerekmiyordu. Öyle düşünüyor, hatta Türk’e ve Türk diline inanılmaz hakaretler ediyorlardı.

 

Kendisi de Türk asıllı olan Aşık Paşazade, meseleyi şöyle izah ediyordu:

 

‘Türk diline kimesne bakmaz idi

Türklere hergiz gönül akmaz idi

Türk dahi bilmez idi bu dilleri  (Saray bürokratlar içinde)

İnce yolu ol ulu menzilleri. Âşık Paşazade

 

Ve Sultan Süleyman’ın Divan-ı Hümayun kâtiplerinden Acem asıllı Kadimi Hafız Çelebi (1499) Osmanlı kırması diliyle Türk’ü şöyle aşağılıyordu:

 

‘Devr-i daldan beri şahım eflak

Zem olur âlem içinde Etrak

Vermemiş Türk’e Hüda hiç idrak

Akl-ı evvel de olursa bi bak

Uktülü’t-Türk’e velev kane ebak’

 

Mısranın çevirisi; Önceden beri benim şahım tanrıdır/ Tüm dünyada kötülenir Türkler/ Tanrı Türk’e hiç bilinç vermemiştir/Hele bir de ukala olursa tümden pis olurlar/Baban da olsa Türk’ü öldür.

 

Adamların Türk’e, Türkçeye bakışları, yani ‘fıtratları’ bu… Dillerinden bize ne?

 

Buna karşın Anadolu insanı Pir Sultan Abdal’ı (16. yy.) sular-seller gibi okuyor, anlıyordu.

 

Hangi dinden isen ona tapayım

Yarın mahşer günü bile kopayım

Eğil bir yol ak gerdandan öpeyim

Beri dur hey benli dilber beri dur

 

Neden Anadolu Türkçesi/dili, edebiyatı, şiiri değil de, Osmanlı kırması dayatılıyor?

 

YÖNETİM KURUMU DEVŞİRMELERİN ELİNDEYDİ

 

Objektif Batılı gözlemciler, Osmanlı ‘Yönetim Kurumu’nun, neredeyse tamamen devşirme- Batı kökenli unsurların elinde, köle-aile şeklinde kurumlaştırıldığı’ konusunda hemfikirdirler. “İslamiyet-din kurumunun ise eğitim ve yargı alanlarını elinde tutan, Türk(+leşmiş)-İslam(+laşmış) devşirmelerin elinde bulunduğunu vurgularlar. Bu çevrelere göre sistem o kadar katı düzenlenmiştir ki, devşirme ve dönmelerin çocukları dahi, artık Müslüman kökenli sayıldıklarından, (istisnalar olsa da) yönetim kurumundan dışlanmaktadırlar.

 

Feodal ortaçağ döneminin bey, padişah, hakan gibi liderlerinin tebaalarına tek başına hükmetme arzuları her şeyin üzerindeydi. Öyle ki, uygulamada mutlak hükmetme peşinde olan feodal yöneticilerin tutku düzeyindeki arzularına engel bir hal varsa, gerekli önlemleri almaya ve o hal her ne ise, onu derhal ortadan kaldırmaya sevk ediyordu. Kul sisteminin sonuçlarından biri olan devşirme gereksinimi de, işte böyle bir arzu ya da mutlak hükmetme tutkusunun sonucu ortaya çıkmıştı.

 

Sanki günümüzü anlatıyorum değil mi? Oysa değil, gerçekten Ortaçağ’ı anlatıyorum.

 

Toprakları ve tebaası büyüdükçe, yetkisi ve hükmetme arzusu-hırsı da büyüyen Osmanlı padişahları, tıpkı diğer “çağdaş” hükümdarlar gibi, hükmetme yetkisini, vasal beyler ve tımar sahibi toprak ağalarıyla birlikte değil de, onlardan tamamen bağımsız olarak, tek başlarına kullanmak istediler. Bunun tek büyük engeli, askeri güç/sefer zamanlarında, asker ve lojistik destek gereksinimi bakımlarından yerel tımar sahiplerine ve uç beylerine, bir ölçüde de olsa bağımlı olmalarıydı.

 

Osmanlıda devşirme sistemi, işte bu gereksinim nedeniyle kurumlaştırıldı. Devşirme uygulaması, I. Murad döneminde başladı ve Fatih II. Mehmed döneminde en üst seviyesine ulaştı.[1]

 

“Kul” sisteminin birdenbire genişlemesi, “devşirme” usulünün dal-budak salması ve bir sisteme bağlanması, Fatih II. Mehmed’in çalışmaları ve teşvikleri ile mümkün oldu. Savaştaki esirlerden ve satın alınmış kölelerden askeri kuvvet teşkili, daha, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Eyyubiler döneminden beri biliniyordu. Fakat Osmanlı devletinde 1402 sonrası fetret devresini izleyen yıllarda fetihler durmuş ve imparatorluk savaş kölesi ganimetinden mahrum olmuştu.

 

Diğer yandan devlet pek büyük dış tehlikelerle karşı karşıya olduğundan acele olarak askeri güce ihtiyaç vardı. Bu yüzden, işgal altında bulunan ülkelerde 5, 6, 10, yaşına kadar olan çocuklar sistematik olarak evlerinden yurtlarında alınıp, İstanbul’a getiriliyor, buradaki eğitim sürecinden sonra yetenek ve becerilerine göre tasnif ediliyor, diğer eğitim aşamalarından sonra imparatorluğun yönetim kademelerinde görev yapıyorlardı. Diğer yandan ise belirli zamanlarda bazı zimmî tebaanın çocuklarından bir bölümü de devlet hizmetine alınarak Kapıkulu Ocağının hizmetine veriliyordu.

 

BÜYÜK DEVLET MEMURLUKLARINA DEVŞİRMELER GETİRİLDİ

 

O döneme kadar askeri sınıfın ön kademesi olan büyük devlet memurluklarına tamamen Türkler getirilirken, şimdi tamamen bu görevlere devşirme unsurları getirilir olmuştu. “Osmanlı düzenliğinin kuruluşundan İstanbul’un alınışına kadar geçen devir, Türklük karakteriyle damgalanan bir “milli devlet” hayatı sürdüğü için, 1453’den evvelki ordu milli yapılı bir kuruluştu.

 

İstanbul’un alınmasından sonra girilen imparatorluk devrinde, bütün hükümet kollarında, millilik yerine kozmopolit bir tutum gelişmeye başladı. Bu durumun kendini en kuvvetli hissettirdiği kurum da ordu idi. Fatih döneminin yeni askeri tedbirlerine göre, eyalet askeri yahut “Kamu Leşkeri”, erleri itibariyle gene Türk kalacak, fakat idare gurubu Enderun mektebinden yetişen devşirme yöneticiler arasından seçilecekti.[2]

 

Bu devire gelindiğinde, (yükseliş dönemi) Türk kökenli tebaa, istikam gibi geri hizmetlere alınıyor, üçüncü dereceden önemi olan tüm angarya işler onlara yükleniyordu. Artık “Altı-Bölük” denilen yeniçeri ocağına da alınmıyorlardı. Buralara da, kendilerini imparatorluğun yeni sahipleri olarak gören ve yerli ahali tarafından “ekâbir takımı”[3] denilen devşirme gençler alınıyor, bunlardan bir bölümü, Enderun mektebindeki eğitimlerinden sonra, asker veya yönetici olarak, sarayda ve memleketin çeşitli eyaletlerinde yüksek idareci olarak görev yapıyorlardı.

 

Devşirilen Sırp, Hırvat, Grek, Boşnak vb.lerinin sayısı sürekli artarak, bunların sayısı XV. yy. ortalarında 15–20 bine ulaşmıştı. Padişahların, Sırp, Hırvat, Rus, Çerkez, Bizans gibi unsurlarla evlilikleri, Türklük ruhunu büyük ölçüde kaybetmelerine ve sarayın yeni devşirme sakinlerinin Türklüğe ve Türkmen’e hakaret içeren konuşmalarına sessiz kalmalarına neden oluyordu. Türklük, artık “aykırı, aşağılık, akılsız, idraksiz, kaba adam” anlamında hakaret ve küfür yerine kullanılır olmuş, Türk dili yerine Fars ve Arapça kırması olan Osmanlıca, başta saray mensupları olmak üzere tüm idari-örfi ve şer-i kurumların[4] konuşma ve yazma dili olmuştu. Halk Osmanlıyı, Osmanlı da halkın dilini anlamıyordu.

 

Osmanlının özellikle merkez (saray) teşkilatı başta olmak üzere idaresi, neredeyse tüm imparatorlukta devşirmelerin inisiyatifine geçmiş, kendi aralarında içten içe bir devşirme dayanışmasını da egemen kılmaya başlamışlardı. Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, devşirildiği yer olan ülkesi Bosna-Sokol şehrinin imarına önem veriyor, akrabalarını, Osmanlı saray yönetiminin kilit yerlerine getiriyor, Mimar Sinan, çalıştırdığı işçi ve ustaların tamamını doğduğu şehir olan Kayseri Rum’larından temin ediyordu. 15,16 yaşlarında devşirilen çocuklar, hiçbir biçimde devşirilme hikâyelerini unutmuyorlar, ‘unutmuş’ görünüp, günü geldiğinde gereğini yapmak üzere, sahte bir Türklük-Müslümanlık örtüsü altında yönetim kademelerinde yükselmeye bakıyorlardı.

 

“Büyük vezirler, vezirler, kumandanlar, çoğu kez Müslümanlığı kabul etmiş görünen devşirme kullardı. 48 büyük vezirden yalnız 4’ü Müslüman çocuğuydu.[5] Divanı Hümayun, tam bir ‘esirler pazarıydı’. Öte yandan, Sultanın kendisi neydi? İstanbul halkı, ‘köle oğlu’ diye adlandırırdı onu. Valide Sultan, yani Sultan’ın annesi, ya bir Rus, ya bir Çerkez, ya Grek, ya da İtalyan esiri idi… II. Selim (1566–1574), yarı bir Rus’tu, III Mehmet (1595–1603), yarı bir Venedikli, II Osman (1613–1621), IV. Murat (1623–1640), I. İbrahim (1640–1648), II. Mustafa (1695–1703) yarı Grektiler...”[6]

 

DÖNMELERİN GELENEKSEL KARAKTERİDİR

 

Devşirme takımı tıpkı bugün olduğu gibi Osmanlı döneminde de kendilerini kanıtlamak, dini bütün bir Müslüman olduğuna inandırmak için bin bir çareye başvurmaktan helak oluyorlardı. Bu durum, dönmelerin geleneksel karakteridir.

 

Sonuç; merkeze nüfuz edemeyen, nüfuz etmesine izin verilmeyen eğitimsiz Türkmen, bu durum karşısında kanı ve canıyla kurduğu imparatorluğun bürokrasisini, İran ve Mısır’dan getirilen bağnaz din ulemasına ve devşirmelere bırakmak zorunda kaldı ve küskün, kırgın bir ruh haliyle geldiği yer olan Anadolu kırsalına döndü.

 

Bu yüzden Osmanlı kime lazımsa, kim kendine yakın hissediyorsa, Osmanlıcayı da onlar öğrensin…

 

Bana lazım değil…

 

*Not: bu makalede Murtaza Demir’in “Kuşatılmış Bir İnancın Tarihi; Alevilik” adlı eserinden yararlanılmıştır.

 

Murtaza Demir

Odatv.com

 

KAYNAKLAR:

 

[1] Özmen, İsmail, Alevi –Bektaşi Şiirleri Antolojisi, s: 63’de, Celaleddin Ulusoy (Pir Dergahından Nefesler, s: 5)’dan naklen, şu görüşleri aktarmaktadır: Seyid Ali Sultan, (1310-1402) I. Murat Hüdavendigar döneminde, (1362-63 yılları) Yeniçeri Ocağının kuruluşunda hazır bulunmuş, dua etmiş ve askere (Ak Börk) giydirmiştir. Büyük bir ihtimalle, Beyazıd I ile Timur arasındaki savaş nedeni ile Suluca Karahöyüğe dönemeyen Seyid Ali Sultan 1402 yılında ölmüş ve Dimetoka’daki dergâhında toprağa verilmiştir.

[2] Akdağ, Mustafa, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, c. II, s. 106

[3] “Hazıra konan” anlamında

[4] Örfi: İdari, Şer-i: Dini kurumlar

[5] Akdağ, M., T. İçtimai Y., s.111. bunlar kuruluş döneminin hemen sonrası vezir olan, Türkmen kökenli, meşhur Çandarlı ailesi mesuplarıdır.

[6] Tanilli, Server. Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, s. 476

 

                                                            - Makaleler -