Âşık Remzâni

 

 

 

Orhan Aykaç Şahadoğru (Kul İrfani) ile Söyleşi

 

Ehli Kâmil Kişi, Pişmiş Kişidir

 

Ahmet KOÇAK

 

Kul İrfani mahlaslı Çorumlu Âşık Orhan Aykaç Şahadoğru, Âşık Şekip Şahadoğru’nun kardeşidir. 1943 doğumlu Kul İrfani, 23 Eylül 2010 yılında Hakk’a yürüdü.

 

Orhan Şahadoğru, abisi Şekip Şahadoğru kadar geniş kitlelerce tanınma fırsatı olmamış. Çorum, Ankara ve yakın çevre illerde özellikle Ankara’da ozanlık geleneğini sürdüren çevrelerde tanınmış bir ozanımızdı Kul İrfani.

 

Ozanımızla bu söyleşiyi 14 Ekim 2008 yılında Ankara’da evinde yapmıştım. Söyleşiye halk ozanı Dertli Divani Baba ve yazar Hasan Harmancı ile gitmiştik.

 

Kul İrfani’yi yaklaşık bir yıl sonra 5 Eylül 2009 tarihinde tekrar evinde ziyaret ettik. Bu ziyarete Divani Baba, Hasan Harmancı, Fevziye Arzıtaş, Feyzullah Ürer, Celal Abbas Ürer ve Kaya Aydoğan canlarla beraber gitmiştik. İkinci ziyaretimizde yaptığımız muhabbette ağırlıklı olarak deyiş ve nefesler seslendirilmişti. Bu muhabbeti baştan sona görüntülü kaydettik.

 

Kul İrfani ile yaptığımız ilk söyleşinin bant çözümünü o günlerde İstanbul’a döner dönmez yapmış olmama rağmen; ne yazık ki bu söyleşiyi ve diğer muhabbeti sağlığında yayınlama fırsatım olmamıştı.

 

Burada bir kısmını yayınladığımız söyleşi ilk yaptığımız söyleşidir. İlerde ozanlarımızla ilgili yapacağım kitapta her iki muhabbetinde tamamını yayınlayacağım.

 

Kul İrfani’yi her iki ziyaretimizde de bizi sevgi ile karşılayan ikramda kusur etmeyen Sultan Anayı anmadan geçersek haksızlık etmiş olurum. Kul İrfani’nin eşi, hayat arkadaşı, yoldaşı, Sultan Ananın sevecen, güler yüzlü dost muhabbetini her daim saygı ile hatırlayacağız.

 

Sizi tanıyabilir miyiz? Hayat hikâyenizi kısaca anlatır mısınız?

 

1943 Çorum, Evci Ortakışla köyü doğumluyum. Benim büyükbabalarım, dedelerim Malatya’dan gelmiş. Dedem Savurzan Hüseyin. Sakalı uzunmuş, keman çalar, sallarmış sakalı. Sakalını sağa sola salladığı için dedeme Savurzan demişler. Savurzan Uşakları derler bize.

 

Âşıklık geleneği dedemden geliyor. Ondan sonra babama geçiyor. Savurzan Hasan derlerdi. Babama da aynı lakabı söylerlerdi. Biraderler, bizler yürütmeye çalışıyoruz. Bizim dede mesleği, yani dedemizden geliyor.

 

Efendim, benim eğitimim ortaokul. 1956-57 de ortaokul okudum. Ortaokuldan sonra liseye gidemedim. Tabii dertliyim, çok üzgünüm, okuyamadığım için çok yaralıyım. Yalnız hayatı bir okul gördüm. Her girdiğim toplumdan ders almaya çalıştım. Babam da öyle derdi: “Toplum, girdiğin yer, bir meclis, okuldur. İnsan her gün girdiği yerden bir ders alamazsa boşa yaşar, boştur, boş kovandır onun için.” Hz. Ali de diyor ya, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesiyim.” Onun için ben de her girdiğim toplumdan öğrenmeye çalıştım. Hayat mektebini bitirmeye çalıştım. “Hayat Mektebi” diye bir şiirim de var.

 

Hayat Mektebi

 

Hayat bir okuldur, arifler hoca
Oku da bul sende seni dediler
Değer ver günlere düşün bu gece
Unutma zay olan dünü dediler

 

Boş kalıptım bu sırlara ermeden
Beni bende araştırıp sormadan
Okula başladım derse girmeden
Evvela kendini tanı dediler

 

Dedim beni kabul edin azınan
Dediler bütün ol birleş özünen
Gözlerin perdeli sen bu gözünen
Göremezsin doğru yönü dediler

 

Fark ettim bu sırrı girdim kursuma
Hiç fırsat vermedim nefse, hırsıma
Ben yok oldum özüm girdi dersime
Öğrendin kendini yeni dediler

 

Çoğu gafil böyle kursa gitmedi
Okuduğu okulu fark etmedi
Ömrüm bitti ders noksanım bitmedi
Yoktur bu ilimin sonu dediler

 

Gafil gaflet uykusunu önlemez
Kulak verip doğru sözü dinlemez
Er kişiyi eşi bile anlamaz
Ancak arif anlar onu dediler

 

Düşünüp de doğruları bulmadan
Kuru heves boş hayale yelmeden
Gerçek insan gibi insan olmadan
Verme Ezrail’e canı dediler

 

Kul İrfani’m hayat dersi alıyo
Gece gündüz bir sevdadır yeliyo
Her yaşamın bir de sonu geliyo
Yaklaştı sayılı günü dediler

 

Mahlasım “Kul İrfani”dir efendim.

 

Mahlas kim tarafından verildi?

 

Orhan, nüfusta geçen ismim! Babam İrfani derdi bana. İrfani mahlası babamdan geliyor. Kendisini yetiştiren kişi anlamına geliyor. İrfani mahlası birkaç tane var. Benimki “Kul İrfani” geçiyor.

 

Alevi-Bektaşi inanç ve kültürü hakkında neler söyleyeceksiniz?

 

Efendim tabii yine bu sevgiye, saygıya bağlı… Bugün Hacı Bektaş Veli Suluca Karahöyük’e, Anadolu’ya ne için geldi? Sevgi, saygı ve barışı yaymak için geldi. Bizim özümüzde sevgi, saygı, barış, hoşgörü yatar.

 

Bu konuda şöyle demişiz:

 

Muradın ne diye sorsalar bana
Arzum sevgi, saygı, barış, hoşgörü
Kem gözle bakmasın insan insana
Arzum sevgi, saygı, barış, hoşgörü

 

Kul İrfani’m aşk oduyla nardayım
Hoş görüşüz cennet olsa zardayım
Sevgi, saygı, barış nerde ordayım
Arzum sevgi, saygı, barış, hoşgörü

 

Bu şiir yedi kıtadır. Zaten bizim özümüzde hoşgörü yatıyor. Yolumuzda da öyledir. Yolumuzda da barış vardır. Sevgi vardır. Kesinlikle özüne dönmek vardır. Âdem olmak var. Dünyanın anahtarı belli; sevgidir, aşktır, barıştır. Kaba güçle şiddetle hiçbir yere varılmayacağına inanıyorum.

 

Bu anlayışı şiirlerinize yansıtıyorsunuz. Şiirlerinizde başka hangi konuları işliyorsunuz? Neye önem veriyorsunuz?

 

Halkımız duyarsız, uyanmıyor. En çok bu hususta yaralıyım. Şiirimin birinde:

 

Kırk sene seslendim duygusuz gafil
Dil uyardım seni uyaramadım
Çok zalimi ıslah ettim şunu bil
Hal uyardım seni uyaramadım

 

İşitmedin uyarıcı sözümü
Süremedin doğru giden izimi
Seni uyarmaya çaldım sazımı
Tel uyardım seni uyaramadım

 

Bunu yazmıştım, yeni yazdığım bir şiir. Yani bu hususta yaralıyım.

 

Sorunları şiirlerle anlatıyorum, dile getiriyorum, halk anlamıyor diyorsunuz.

 

Anlamıyor efendim.

 

Anlamadığı şeyler neler? Yoksulluk, açlık, sefalet, onlar mı, yoksa başka şeyler mi? İnancına karşı duyarsızlık mı?

 

Aslında bu ta Osmanlı’dan geliyor. Halkı uyardığı için halk ozanlarını kötülemişler. Halk ozanları daha yakın zamana kadar saz elinde sokağa çıkamıyordu. Herkes utanıyordu. Yani saz elimde çıkınca sokağa bundan yirmi–otuz–kırk sene önce “çingene, abdal, çalgıcı” diye hakir görülüyordu.

 

Bu evveliyattan geliyor. Halkımıza öyle yansıtılmış. Halk ozanı halkı uyarıyor ya. Halkın dertlerini dile getirdiği için hakir görülmüş, kötümsenmiş, kötü anlatılmış.

 

Yöneticiler tarafından, yönetenler tarafından…

 

Mesela Pir Sultan “gelin canlar bir olalım” diyor asılıyor, kelleyi veriyor. Diğerleri yüzülüyor… Böyle giderken de Bolu’nun Şahnalar köyü’nden Âşık Dertli çıkıyor:

 

Telli sazdır bunun adı
Ne ayet dinler ne kadı
Bunu çalan dinler kendi
Şeytan bunun neresinde

 

(…)

 

Dertli gibi sarıksızdır
Ayağı yok çarıksızdır
Boynuzu yok kuyruksuzdur
Şeytan bunun neresinde

 

Diye sazı hakir görenlere taş vuruyor. Bu şekilde cevap veriyor. Hâlbuki halk ozanı kültürümüzdür, halk ozanı halkın dilidir, halk ozanı gören göze, duyan kulağa söyleyen dil oluyor, benim anlayışım bu. Onun için sistemler, düzenler istememiş, halk ozanına destek olmadığı gibi bir de kötülemişler efendim.

 

Sizin daha çok güncel olarak şikâyet ettiğiniz şeyler neler? Yıllardır derisi de yüzülse, asılsa da bu toplum hala anlamadı diyorsunuz. Neyi anlamadı? O şikâyetleri biraz anlamak istiyorum. Halk ozanı olarak sizler ne anlatmak istiyorsunuz da bu toplum anlamıyor. Özellikle toplumun anlamadığı şeyler neler? Neden şikâyetçisiniz?

 

Aynen öyle, anlamadılar. Toplumun anlayamadığı taraf kültürü! Yüzde doksanı kültürsüz insanlar. Gerçeği kavrayamıyorlar. Mesela bugün çıkıyor adam dangır dungur, havadan sudan ozan, âşık ayağında görünüyor. Halkımız duyarsız olduğu için onu da anlayamıyor. O da ozan gibi geçiniyor. Hatta daha ileri başköşelerde geçiniyor.

 

Hacı Bektaşi Veli Efendimizi anma törenleri oluyor, bazı gidiyorum içim kararıyor. Hiç yakışık bir tören olmuyor. Mesela çıkar başta geliyor. Yahut da adam kayırma falan böyle… Adam ozanlıkla alakası yoksa onu ön plana alıyorlar. Çıkar var kültürsüzlük de var. Bu arada kamburumuz düzelmiyor…

 

Peki, ne olması lazım sizce?

 

Yakışan şey olması lazım! Bugün yetkili ozan kardeşlerimiz ses getirmesi lazım. Sanatçıyla bence bu yürümeyecek. Çünkü dünyadaki Aleviliğin piri oluyor Hacı Bektaş Veli. Öyle bir büyük zatın töreninde, anma gününde sanatçılar başta güreşiyor. Gerçek ozanlar sıra alamıyor. Sokakta dökülüp kalıyor.

 

Sonra soygun yeri gibi… Oraya varıyorsun para, buraya geliyorsun para, her yerde paraya dökmüşler. Hacı Bektaş Veli’ye yakışır bir şey olmuyor. Çıkar dönüyor arada. Tamamen çıkara döndürmüşler işi. Ya bilerek yapıyorlar ya da kasıtlı yapıyorlar. Rahmetli birader sağken giderdik. Bir halk ozanı sokakta kalıyorsa ben bunu kınarım. Halk ozanı bırak nereden geldi nereden gitti, neyin nesi vurgulasın sazıyla. Adam sıra alamıyor, adama sahne verilmiyor, böyle tören mi olur?

 

Ağabeyiniz Şekip Şahadoğru da halk ozanıydı. Hem o hem onun kuşağındaki, ozanlarla ilgili anılarınızı anlatır mısınız? Altmışlı yıllarda halk ozanlığı nasıldı?

 

O dönemler bu kadar ikilik ve yanlışlık yoktu. Herkes kardeş gibiydi. İkincisi geçim sıkıntısı bu kadar değildi. O zamanlar gayet güzeldi ortam. 62–63 seneleri... O zamanlar insanlar sevecendi. Birbirine hatır hürmet vardı. Nereye gitsen yine de hatırın sayılıyordu. Art niyetli yoktu. Varsa da çok nadirdi. Herkes birbirine saygılı, hürmetli, insanca davranıyordu.

 

Mesela saz omzumuzda bir köye gittiğimizde hatır, hürmet, saygı, muhabbet, dinleme vardı. Şimdi kafalar yanlışlarla dolduğu için halkımızda dinleme alışkanlığı da yok. Okuma alışkanlığı olmadığı gibi üstelik bir de dinlemiyorlar da… Yani benim bildiğim bana yeter diyor. Hâlbuki hiçbir şey bildiği yok.

 

Peki, o zamanlar neler yapıyordunuz?

 

Mesela Mahzuni gelirdi, Neşet gelirdi, halkımız sevecen olarak herkes bir hediye alır gelirdi bizim eve. Başımıza yığılırlardı, dinlerdik. O zaman da çağdan bahsedilirdi. Yani ilericilikten… Rahmetli Mahzuni, rahmetli biraderin eve çok gelirdi. Biraderle biz bir aradaydık ayrı değildik o zaman. Neşet (Ertaş) gelirdi yine de güzel şeylerden, insana yakışan şeylerden bahsedilirdi. Bize ne yakışıyorsa onu yapmamız gerekliydi. Bunlar işlenirdi halkımıza. Sonra Hakk muhabbeti yapılırdı. “Muhabbetten Muhammet hâsıl olur” diye bir söz vardı bizde.

 

O muhabbetler irfan mektebi dedikleri muhabbetler miydi?

 

63-64’lerde âşıklar gelmiş diye, adam işi varsa işini bırakıyor dinlemeye, muhabbete geliyordu. Bundan hiç şüphem yok, eminim. Şimdi Dertli Divani geldi diyince bak hepsi duydu biri gelmiyor. O zamanla bunu karşılaştırırsak, o zaman daha duyarlıydı insanlar.

 

O dönemle ilgili anlatmak istediğiniz başka ilginç anılarınız var mı? İlim, irfan sohbeti oluyor diyordunuz. Sohbetlerde neler konuşulurdu?

 

En çok yine dürüstlük hakkında, bize yakışan şeyler hakkında konuşulurdu. Mesela biri bir abes hareket yaptı mıydı, bize yakışmaz diye herkes kınardı onu.

 

Davut Sulari Baba’ya saygım var. Güzel bir âşıktı. Aşk ehliydi. Ahmet Bey, her âşık aşk ehli olamaz.

 

Âşıkların hepsini tanıyorum, Mahzuni’yi de tanırım. Merhum Ali Ekber Çiçek, Mahmut Erdal hep arkadaşlarım onlar. Fakat aşk ehli dört kişi vardır bakın. Bu gerçektir. Benim oturup da konuştuğum dört aşk ehli âşık bilirim: Veysel Baba, Şekip Şahadoğru, Davut Sulari, Neşet Ertaş.

 

O sevgi aşk haline dönüşüyor, aşk da Hakk’la bütünleşme hali oluyor diyorsunuz.

 

Evet. Pişiyorsun… Mesela bugün bir buğdayı ekerken çuvalın üzerine oturuyoruz. Harman yaparken çiğniyoruz, ayağımızın altında. Ama değirmene girip un olup da fırınlanıp pişince ne yapıyoruz? Nimet diyoruz, gördüğümüz yerde üzerine basamıyoruz. Alıyoruz kenara koyuyoruz.

 

Demek ki pişme var burada efendim. Aynı insan da böyle benim görüşüm. İşte ilahi aşk ve sevgi, kişileri aynı nimet gibi pişiren şey oluyor. Zaten kendini bilen kişi aşkı ilahiye kavuşan kişi, ehli kâmil kişi bence nimet gibidir. Yani pişmiş kişidir.

 

Olgun insan, kemalete ermiş kişi, Tanrı’yla bütünleşmiş, Hakk’la Hakk olmuş…

 

Evet. Nereden başlıyor? Zerreden başlıyor. Bir sevgiden başlıyor.

 

Teşekkür ediyoruz. Ağzına sağlık.

 

                                                      - Makaleler -