Âşık Remzâni

 

 

 

Anadolu Aleviliğinin Kızılbaş Siyasetinden Kesitler I

 

İsmail KAYGUSUZ

 

"İmam Cafer Buyruğu" ve "Balım Sultan" incelemelerimizde, yakından ilişkileri dolayısıyla Anadolu Aleviliğinin Kızılbaşlık siyaseti özellikleri, gelişimiyle birlikte değişik yönleri hakkında kısa değinmelerde bulunmuştuk. Bu bölümde, uzunca bir döneme damgasını vurmuş Kızılbaşlık siyasetinin bilinmeyen, az bilinen yönlerini açıklığa kavuşturmaya; olayları, savaşları, bireysel ve toplumsal inanç ve yaşam ilişkilerini idealist değerlendirmelerden arındırarak, tarihsel materyalizmin penceresinden görmeğe çalışacağız. 15. yüzyılın ortalarından 16. yüzyılın başına kadarki 1. dönem Alevi-Kızılbaş halkların toplumsal mücadele ve ihtilal dönemidir. İhtilalci Kızılbaş siyaseti 1501–2 yılından itibaren kurmuş olduğu Kızılbaş-Safevi devleti iktidarında varlığını ancak otuz yıl sürdürebilmiştir. Bu 2. dönem Kızılbaş iktidar siyaseti, yeri geldikçe açıklanacağı gibi yanlış yönlendirmeler, kişisel hırslar nedeniyle azınlığın çoğunluğa hükmetmesi yönetimine dönüştürülerek, paylaşım savaşlarına girişmesiyle kendi sonunu hazırladı.

 

Şah İsmail Safevi Kızılbaş Türkmen halklar tarafından yaratılmış sadece Alisoylu bir hanedan simgesidir. Ali donuna büründürülmüş ve kutsallaştırılıp Alevi toplumunca kızıl renge boyanıp, sancaklaştırılarak başa geçirilmişti. Bu bölümde Anadolu Aleviliğinin bir dönemki toplumsal mücadelesinin ve devletinin Kızılbaş siyasetinin başlangıçtan çöküşüne değin geçirdiği evrelerden kesitler sunmayı hedefledik. Yeni bulgu ve araştırmalarla Kızılbaş siyaseti tarihi ortaya çıkacaktır. İnkarcılar ve yok sayanlar utansınlar!

 

1. Kızılbaşlık Siyasetinin Başlangıç Yılları Ve Önkoşulları

 

Gerek Şeyh Hoca Ali'nin son zamanlarında ve gerekse yerine Erdebil Postuna geçen Şeyh İbrahim (1429–1447) zamanında Tekelü ve Karamanoğulları Türkmen Alevilerin büyük bir kısmı geri memleketlerine dönmüşlerdir. Bunlarla birlikte kızı Hanzade'yle, kendi oğlu Şeyh İbrahim'i evlendirmiş Hoca Ali'nin kardeşi Cemaleddin'in oğullarının da Anadolu'ya gelmiş olduğu anlaşılıyor.

 

Şeyh İbrahim'den sonra, Karakoyunlu Cihangir Şah'ın desteğiyle Cafer tarafından Erdebil dergahından kovulan Şeyh İbrahim oğlu Şeyh Cüneyd'in 7 yıllık Anadolu'daki mücadelesi (1449–1456) yakınlaşmayı daha da artırmıştır. Cüneyd ne Osmanoğullarının lütfünü ve ne de Konya'daki Sünni islam bilginlerinin yardımını görmüştür. Tersine Sünni inançlarına aykırı, Sahabe'lere ilişkin kuşku ve inançsızlığını dile getirmesi yüzünden kentten kovulduğu gibi, arkasından da öldürülmek için kuvvet gönderilmiş. Dedesi Hoca Ali'nin Teke ve Hamidoğulları arasındaki müritlerine ulaşamayan Şeyh Cüneyd, önce güneyde Şeyh Bedreddin müridleri Varsak'lar, daha sonra da kuzeyde Canik'te Çepni Alevileri arasında gizlenerek canını kurtarmıştı.

 

Hacı Bektaş'ın koyduğu ilkelerle yol-erkan süren Çepni Dede'lerinin koruması altına girdi ve karlıklı tam irşad oldular. Mensup olduğu Safevi soyunun yedinci İmam Musa Kazım yoluyla Muhammed-Ali'ye ulaşması nedeniyle Seyyid'liği, içlerinde bulunduğu toplumca kutsanıp ululanmış ve kendisini bir önder durumuna koymuştu. Trabzon Pontus prensliği topraklarına yaptığı akınlarda büyük başarılar kazanıp, kısa bir zamanda Şeyh Cüneyd "Yirmi bin sofuya sözü geçecek" güce erişince, Akkoyunlu Uzun Hasan padişah elini uzattı ve kız kardeşiyle evlendirdi.

 

Şeyh Cüneyd Erdebil'e dönmüşse de postta uzun süre kalamamış, Akkoyunlu Uzun Hasan'ın bir yandan Osmanoğulları ve öbür yandan Karakoyunlular'la siyasi mücadeleleri ve savaşları arasında ömrü bitmiş ancak Anadolu Alevileri arasında adi efsaneleşmiş bulunuyordu.

 

Ama asil efsanevi mücadele, 9 yaşlarında dayısı Akkoyunlu Uzun Hasan'ın 1470 yılında kendi eliyle Erdebil postuna oturttuğu Şeyh Haydar'la başlıyor ve oğullarından Şah İsmail'in Şeyhlikten Şahlığa geçişine kadar sürecektir. Haydar, Uzun Hasan'ın karargahında büyümüş, kavgalarda bulunmuş ve sert bir disiplinle yetişmişti. Askerliğe ve silaha karşı çok yatkın ve kendisi mızrak ok yay ve kalkan ustasıydı.Bir İran tarihçisi, Erdebil'de artık kamış kâlem yerine kılıçlar görüldüğünü yazmaktadır.

 

Şeyh Haydar'ın Erdebil dergâhı postunda oturduğu on sekiz yıl içerisinde başardığı en büyük iş, Kızılbaş kavramı çevresinde inançsal ve toplumsal bir bilinç oluşturmasıydı. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu bilincin simgesi, on iki dilimli kırmızı bir kavuk olan ve Haydari sarık adıyla anılan taçtır. Bugüne gelen geleneksel bilgiler, kızıl Haydari başlığın ya da sarığın, rüyasına girmiş olan Hz. Ali tarafından kendisine öğretildiği yönündedir. Bu başlık Walter Hinz'in belirttiği gibi:

 

"Safeviliğin Alevi akidesini ve mübarek Oniki İmam'ı temsil etmektedir. Peygamberle kan akrabalığı dolayısıyla yalnız bu Oniki İmam onun meşiiru halefleri sayıldığından isimleri bu dilimlerin üzerine işlenmiş bulunmaktaydı. Bu başlığı kullananlara verilen Kızılbaş ismi de bu yeni sarigin rengiyle ilgilidir."

 

Ancak bir daha yineleyeli: Şeyh Haydar'ın Erdebil'de yaptığı bu simgesel değişikliğin, yani kızıl başlık takmanın kökeni aslında aynı bölgede yükselmiş bir heterodoks harekete dayanıyordu. 816'larda Sünni Abbasi yönetimine başkaldıran ve 20 yıl boyunca Abbasi halifelerinin altlarından tahtını sarsan Babek Hurremi yandaşlarının da başlarında kızıl renkli başlıklar vardı ve kendilerine Farsça "Sürhseran (Kızılbaşlar)" deniliyordu.

 

2. Anadolu Alevileri Benimsedikleri Kızılbaşlık Bilincini Siyasallaştırmaya Yöneldiler

 

Ama asıl İmam Ali'nin, Siffin savaşında (657) Muaviye ve Haricilerden kendi yandaşlarının ayrılması ve birbirlerini tanımaları için başlarına kırmızı bandlar bağlatması ya da başlık taktırmış olması örnek verilmiştir. Böylelikle Şeyh Haydar'ın yanında durup kendisiyle birlikte mücadele edenler "Kızılbaş Ordusu" adını aldı. Bu unvan altında düşmanlarına savaş açan genç Şeyh'in de, kuşkusuz İmam Ali'nin sancağını taşıdığına ve karşılarındaki düşmanların da Muaviye-Yezit ordusu olduğuna inanılıyordu. Anadolu'nun yoksul insanları bu bilinçle harekete geçirilmişti. Anadolu Alevi halklarına benimsetilen Kızılbaşlık bilincinin siyasallaştırılması gerekiyordu.

 

Şeyh Haydar'ı çevresinde bulunan ve onu yönlendirenler (Şah İsmail'i koruyarak, eğitip yetiştirdikten sonra, Safevi Kızılbaş Devlet'ini oluşturanlar da bu kişilerdi. Şamlu Türkmenlerinden Lala Hüseyin Bey, Dulkadirli Dede Abdal Bey, Ustaclu Muhammed Bey, Şamlu Abdi Bey, Bayburtlu Karaca İlyas, Tekelü Saru Ali Bey, Karamanlu Bayram Bey Rumlu Ali Bey, Talişli Dede Bey, Kacarlu Kara Piri Bey vb. idi. Bunların her biri mensup oldukları, Türkmen oymaklarının, -bazılarının Pir, Abdal, Dede sıfatları da gösterdiği gibi- hem inançsal önderi Dedesi, hem de yönetici Beg'leridir. Bunların bazıları, önce sözü edildiği gibi, Hoca Ali'nin Erdebil'e yerleştirdiği Türkmenlerin (Tekelü, Karamanlu.), öbürleri ise Şeyh Cüneyd'in savaşlarına katılarak veya Şeyh Haydar döneminde (Örneğin Azerbaycan'da Tarum bölgesine yerleşmiş Şamlular.) gelmiş bulunuyorlardı.

 

Faruk Sümer:

 

"Anadolulu Kızılbaş Türkler olmasa, değil Safevi devletinin kuruluşu, Erdebil Şeyhlerinin siyasi gayeler taşıması bile düşünülemezdi. Hatta kaynaklardan açıkça anlaşıldığı gibi, onlar yani Anadolu Türkleri veya onların bir kısmi aşırı dini inançlarını Şeyh ve Şahlarına kabul ettirmeye çalışmışlardır." diyor.

 

Kabul ettirmeye çalışmışlar değil, kendi inançları çerçevesinde onları yetiştirmişlerdi. W. Hinz'in "Kızılbaş kabileleri" olarak nitelendirdiği bu Türkmen aşiretlerinin öbür kabile ve şubeleri Küçük Asya'daki (Anadolu) Germiyan, İsfendiyar, Hamidoğulları, Karamanoğulları, Osmanoğulları, Zulkadiroğulları, Memlükler, Akkoyunlu vb. beylikleri topraklarında yaşamaktaydılar. İşte böyle bir toplumsal bölünmüşlüğü yaşamakta olan Anadolu Alevileri'nin siyasallaşıp toparlanması söz konusuydu.

 

Anlaşılıyor ki, kabileleriyle birlikte Erdebil'e intisabetmiş bu Dede-Begg'ler, Alevi Halkları birliği götürme ve bir devlet oluşturma misyonu yüklenmişlerdi. Bu Dede-Begler, Anadolu'nun dört bir yanında görevlendirilmiş 360 Hacı Bektaş Veli (Öl. 1271-73) halifesinden birine bağlı Türkmen boylarına mensub insanların torunları olarak, Hacı Bektaş'ın yol ve erkanı, dem ve devranını Erdebil'e sokmuşlardı. 1470'li yıllarda Şeyh Haydar'a vasilik etmiş babasının amcası yaşlı Şeyh Cafer'in –ki Karakoyunlular'la işbirliği yapıp, Cüneyd'i Erdebil'den iki kez çıkartan kişidir– ölümünden sonra Haydar'ı ve sonra İsmail'i Hünkar'ın kurduğu yol ve erkanın gerektirdiği biçimde yetiştirmişler.

 

3. Kızılbaş Türkmenler Kendilerine Bir Alisoylu Önder Yetiştiriyorlar

 

Hacı Bektaş Veli'nin gerek Molla Said tarafından türkçeleştirilmiş Makalat'i ve gerekse Vilayetname ellerindedir. Şah İsmail'in Alevi-Bektaşi eğitimi bu kitaplar üzerinden yapılmıştır. Büyük Dedesi Şeyh Sadreddin'in hazırlattığı Şeyh Safi'nin düşünceleri ve safavi tarikatının ilkelerini içeren Safvatu's Safâ ve özellikle 1359'da Makalat-ı Şeyh Safi adıyla Türkçeye çevirttiği 4.Babı da eğitim kitapları arasındadır. Hiç kuşkusuz Kathryn Babayan'ın ısrarlı olduğu Ebu Müslim Horasani'nin Menkıbeleri de büyük rol oynamıştır. Ayrıca Fazlullah'in Seyyid İmadeddin Nesimi'nin yapıtları ve Yunus Emre'nin şiirleri, Şah İsmail'in yetişmesinde Hacı Bektaş'ınkiler kadar etkilidir. Sonraları yazmış olduğu şiirlerinde Yunus Emre'ye özenmiş, ona birçok benzekler yapmıştır. İkisi de aynı "yol içre niyazbenddir" ve Hacı Bektaş'ın, "Doğruluk dost kapısında" kuldur:

 

Şah İsmail'den:

 

...

 

Niyazmend ol müdam yol içre doğru

Ki suret tebdil edip olma ugru

 

Yakin bil dogrulıg dost kapusıdır

Hakikat âlemnin dapusıdır

 

Kimin ki ola sıtk ile ehl-i niyaz

Yol içinde saf ola ol Şahbaz

 

...

 

Hatayi derdimendim bir kemine

Ancak Hü deyin Şah'ın demine

 

Yunus'tan:

 

Gönül secde eder dost mihrabına

Yüzüm yere koyup kılar münacat

 

Münacat için vakt olmaz arda

Kim ola dost ile bu demde halvet

...

Doğruluk bekleyen dost kapısında

Gümansiz ol bulir ilahi devlet

 

Yunus ol kapıda keminde kuldur

Ezelden ebede dektir bu izzet

 

4. Kızılbaşlık Şah İsmail İle Aleviliğin Devlet Siyasetine Dönüşmüştü

 

Simgesel başlıkla ortaya çıkardıkları -kısa bir süre içinde Aleviliğin siyasal adi olmuş- Kızılbaşlık bilinci çerçevesinde, Ali soylu Şah İsmail'de İmam Ali'nin cisimleştiği ve dolayısıyla Hacı Bektaş Veli'nin de İsmail donunda zuhur ettiği, en yoğun biçimde, bölük pörçük konfedere beylikler içinde yaşayan Aleviler arasında yayıldı. Takiyye yapılmasına gerek duyulmadan, Enelhak-insanda maddeleşen Tanrı inancı öne çıkartılarak tanrılaştırıldı.

 

Şah İsmail'in hakkında anlatılanlar ve daha 7-8 yaşlarındayken yazdığı, ellerine ulaştırılan olağanüstü yetkinlikte deyiş ve nefesleri, düvazimam ve nat-i Ali (Oniki İmam ve Ali övgüsü) Şiirleri, onun Ali ve Hacı Bektaş Veli olarak da zuhur ettiğine tam inandırıyordu. Cem'lerde bunlar okunuyor ve kendisine bir Veli gibi niyazda, secdede bulunuluyordu. On beş yaşlarında Anadolu'ya ilk geldiginde, Erzincan'da onu görüp niyaz etmek ve peşinden gitmek için Alevi-Kızılbaş topluluklarına artık hiç kimse engel olamazdı ve olamadılar. onları birliğe götürecek Alisoylu bir hanedan yaratılmış ve peşinden gidilecek bir Şah-i Velâyet (Evliyalar Şahı Ali) bulmuşlardı. Artık,"kurban olduğum Pirim, Mürşidim!" diye savaş türküleri söyleyerek, zırh ve kalkan kullanmadan bağırları açık onun ardından düşman (Yezit) üzerine yürümeye başladılar.

 

Kızılbaşlık toplumsal bilinci, Şah İsmail'le birlikte siyasal bilince dönüştürülmüş, yani Aleviliğin devlet siyaseti olmuş, artık Şeyhlikten Şahlığa geçilerek, başkenti Tebriz olan Safevi Kızılbaş devleti kurulmuştu.

Alevi inanç ve felsefesi, Görülüp-sorulma, Dar ve Musahiblik kurumlarıyla bu devletin yaşamına geçirilmişti. Safevi sarayında Cem törenleri yapıldığı, meydan açılıp, bu meydanda kusurların-kabahatlerin ortaya dökülerek, düşkünlerin cezalandırıldığı bilinmektedir. Daha önce de sözettiğimiz Venedik Cumhuriyeti adına Şah Tahmasb'ın (1524-1576) sarayını elçi olarak ziyaret eden Michele Membre günlüğünde, tanık olduğu bu törenler hakkında bilgi vermektedir.

 

Sultan Ali Mirza'yı da musahip tutup, İkrarbend olmuş bulunan İsmail, gerçekte ağır bir askeri disiplin altında yönetici, Şah olarak yetiştirilmişti. Çevresini kuşatmış Kızılbaş güçlerinin arasında kazandığı yüksek Ego'suyla, gözü çok yükseklerde idi. Daha yirmi yaşına gelmeden yazdığı bir Şiirinde görüldüğü gibi; Ceyhun ırmağından su içmek, Bağdad'dan hurma tatmak amacındaydı ve Dicle nehri vatanında aksın istiyordu. Tam orta yerdeki Tebriz'i başkent seçtiğine göre büyük bir İmparatorluk peşindeydi:

 

Çün hüsn ileyim Seh-i Horasan

Hem Hüsrev-i Tebriz taht-i İran

 

Mülkümde gerektir ab-i Ceyhun

Sürh ab gerek kim ola demgün

...

 

Bağdad mihi menim lebim semr

Ahsın vatanımda Şadd ı-Bagdad

 

...

 

Safevi tahtına oturduktan sonra, on yıllık bir dönem içinde Şah İsmail, Ceyhun'dan Bağdat'a uzanan bir imparatorluk oluşturmuştu. 1503'de orta ve güney İran'ı, 1504'de Hazar denizi kıyılarını, 1505-7'de Diyarbakır'ı alarak Doğu Anadolu'yu, 1508'de Bağdat'la birlikte güneybatı İran'ı tam egemenliği altına aldı. 1512'de Ceyhun'un doğusuna kadar ilerledi; Herat, Meşed ve Tus'u alarak tüm Horasan'a hakim oldu.

 

Hiç kuşkusuz, Anadolu, Suriye, Azerbaycan ve İran gibi geniş bir coğrafyayı kapsayan büyük Kızılbaş ihtilalinin sonucuydu Safevi devletinin kuruluşu. Şeyh Cüneyd'in, Karakoyunlu beyi Cihanşah'ın desteğiyle amcası Şeyh Cafer tarafından 1448'de Erdebil'den sürgün edilmesiyle başlayan bu ihtilal, ancak üçüncü kuşakta tamamlanmıştı. Yarım yüzyıllık uzun bir mücadelenin sonunda Alisoylu Safavi hanedanını başa geçirerek bir devlet kurmuşlardı. Şamlu, Tekelü, Ustaçlu, Rumlu vb. Alevi (Kızılbaş) Türkmen boylarının oluşturduğu gözünü budaktan esirgemeyen korkusuz ihtilal birlikleri, Dede-beglerinin komutası altında Şah İsmail'e, on yıl gibi kısa bir dönemde içinde bir çok ulus, değişik din ve inançtan toplulukların yaşadığı bir imparatorluk sunmuşlardı.

 

Ancak bu askeri Kızılbaş Türkmen aristokrasisi, kabile inanç ve değer ölçülerini belirleyen ekonomik ilişkilerin dışına henüz çıkamamış; kent toplumu Söyle dursun, tam yerleşik toplum bilincine sahip değildi. Birey sahip oldukları büyük sadakat, kutsal bildikleri kişi ve inançları ugrunu canlarını vermekten çekinmeme, cesaret, yiğitlik, meydan okuma ve doğruluk gibi erdemlerini, akil ölçüleri içerisinde toplumsallaştırmak ve siyasallaştırma bilgi ve deneyiminden yoksundular.

 

İhtilal liderleri Dede-beglerin kendi cemaat ve kabilelerini inançsal temelde yönetmek dışında bir başka deneyimleri yoktu. Gerçi Alevilik inancının tapınma biçimselliğini oluşturan Cem'in dünya yaşamına dönük olması; insani ilişkilerde adalet ve eşitliğin sağlanması, ekonomik ve siyasal temelde ortakçılık, bölüşümcülük, birlikte çalışıp ortak kazanda yemek ve insanı ve emeğini öne almak gibi ilkelerin uygulanarak, Alevi-Kızılbaş yaşam biçimini oluşturması, küçük bağımsız toplumsal birimler ve kırsal kesim topluluklar için komünistik kazanımlı yönetimdi. Gerek Hünkâr Hacı Bektaş'ın yapıtlarındaki ilkeler ve Cem Toplu tapınmalarındaki uygulamaların geniş açınımlı yorumları siyasileştirerek ideolojik kalıplar içinde sunabilecek bir yapıt yoktu. Yüzyıllarca baskıcı yönetimlerin -Sünnileştiremediği için- dışladığı Alevi inançlı toplumun, kentleşemediğinden dolayı Uleması yoktu.

 

5. Kızılbaş-Safevi Devlet Yönetimi Zeydi Devleti Gelenekleri Üzerinde Temellendirildi

 

Kısacası Şah İsmail'in çevresindeki Kızılbaş ihtilali Dede-beyleri, toplumsal başkaldırılar, isyanlar ve muhalefet geleneğinden gelmişlerdi. Ama büyük toplumları ve özellikle devlet yönetimlerine ilişkin deneyimleri yoktu. Ancak Alevi inanç ve felsefesine uygun, yani Alisoyluların yönettiği Ehlibeyt İslamlığının tek devleti, yüzyıla yakin yaşamış olan bir "Hazar Zeydi Alevileri Devleti" olmuştu. 864-930'lar arasında İslam tarihi içinde yerini almış ve kuşkusuz Yedi imamcı İsmaililer'in de esinlendiği, Daylam bölgesinden Tabaristan ve kuzey Horasan'ı, yani Hazar denizinin batı ve güney kesimlerini kapsayan bu devletin anıları silinmiş değildi. Kızılbaş Türkmen beylerinin Şah İsmail'i kaçırıp yıllarca saklayıp eğittikleri Gilan-Lahican, bu devlet geleneğinin anılarının hala canlı yaşandığı Daylam ülkesi içindedir. Kaldı ki, aşağıda açıklanacağı gibi, kendilerinin geldigi Anadolu Alevilerinin yerleşim bölgelerinde de Zeydi inanç ve toplumsal gelenekleri ve hatta soyundan gelenler yaşamaktaydı. Ayrıca post-Alamut İsmaili İmamları bu bölgeye yakın yerlerde gizlenmiş yaşamakta ve onların geniş dai'ler ve gizli fedai güçleri ağı vardı.

 

B. S. Amoretti, Alevi-Bektaşilik ve Ehl-i Hak'in değişik söyleminden başka birşey olmadığını söylediği, Kızılbaşlık konusundaki geniş açıklamalarının sonunda teşhisini koyuyor:

 

"Bu dinsel inanç tipinde merkezi figür, Tanrısal sırların hazinesi ve dünyasal otoritenin sahibi sıfatıyla Ali'dir. Ancak sufi fikirleri kadar, Zeydi sosyo-politik deneyimlerini andıran bu toplumsal örgütlenme, görmüş olduğumuz gibi, 15. yüzyılda Oniki İmamcı Şlikle doldurulmuştur."

Ayrıca Moojan Momen'in, "Gerçekte Safeviler, Oniki İmamcı Şii olduklarını ileri sürerken, bir Zeydi-imamcılığı biçemi temelinde iktidar eğilimi (claiming power on the basis a Zaydi-style Imamate) ortaya koyuyorlardı." sözlerini dikkate almak gerekir. Neden, İsmail'in bu dinsiz eğilimine bir protesto olmadığı, sorusunu soran yazar, açıklamasını Söyle sürdürüyor:

 

"Bu eğilime, Ulema tarafından yanıt verilememesindeki neden bu sıralarda tanınmış pek az İran kökenli Oniki İmamcı ulemanın variğidir. Kum, Nişabur, Tus, KaSan ve Rey gibi İran'daki eski Şii dinbilimi merkezleri artık önemini yitirmiş ve pek az ulema yetiştiriyor ve hiçbiri ehliyetli değildi. Zaten İsmail'in kendi Kızılbaş güçleri arasında, Oniki İmamcı Şzm hakkında derin bir bilgisizlik içinde olduğu gözükmektedir. Öyle ki Tebriz alınıp, Oniki İmamcı Şlik devlet dini olarak ilan edildiği zaman, İsmail'in ordusunda Oniki imamcı Şlik üzerine tek bir kitap bile yoktu. Tebrizli bir Kadı'nın kitaplığında bulunmuş olan Allame el-Hilli tarafından yazılmış bir kitabin kopyası, yeni devlet dini üzerinde yol gösterici olmuştu. Şlik propagandasını yapmakla görevli yönetim birimine atanmış Sadr'ların hiçbiri bu dönemde, Oniki imamcı Ulema olarak yetişmiş elemanlar değildi. Suriye, Irak ve Bahrein'de oturan Oniki İmamcı Ş Arap alimleri vardi. Sadece bu ulemadan bazıları, Safevi dinsel eğilimine bilgince ve yetkin muhalefet yapabilirlerdi. Bunlar İran'a getirtildi. Özellikle Şah İsmail'in haleflerinin yönetimleri süresinde, bunların sayılarında büyük artış görüldü."

 

Şah İsmail'i tahta geçirmiş olan Safevi-Kızılbaş ihtilalinin Dede-beyleri, ne İran'daki Ortodoks Şlik ve de ulemasıyla zaten inanç bağları yoktu. Türkistan'dan getirdiği Kalenderi-Melamilik ile Anadolu Batıniliği Babailikle birlikte, yerli Anadolu halklarının inançlarından ödünç aldığı bazı öğelerle birleştirdiği bir synkretizm olan Hacı Bektaş ilkelerine bağlıydılar. Çağını aşarak, kendisinden yüzyıllar sonrasına ışık tutmuş bir batıni düşünür olan Hünkâr'ın, aynı zamanda yetişmiş olduğu büyük Alamut örgütçülüğünü Makalat'ndan ve Menakibname'sinden öğreniyoruz.

 

Ancak gerek Babai'lerde ve gerekse uzantısı olan Hacı Bektaş ve çevresinde Oniki İmamcılığı göremiyoruz. Zikredilen Muhammed-Ali ve Ehlibeyt kutsal adlarına (nomina sacra) ve tutulan Muharrem orucuna rağmen, Oniki imamların tek tek anıldığını gösteren kanıtlar yoktur. Oniki İmamlar (Farsça Düvazdeh-i İmam) 14. yüzyılın sonlarında Seyyid İmadettin Nesimi (Öl. 1404) ile Alevi-Bektaşi edebiyatına girmiş ve Anadolu Aleviliği inancında kökleşmiştir. 15., 16. ve daha sonraki Alevi-Bektaşi ozanlarının hepsi de bir Şiir türü olan ve Oniki İmamların adlarının geçtiği Düvazimam'lar yazmışlardır. Düvazimam'lar o zamandan beri Cem'lerde özel yerini almıştır.

 

Şu halde 13. yüzyılda Anadolu Alevileri Oniki imamcı sayılmazlardı. 940 yıllarında Zeydi Aleviliği'nin Orta Asya'da Türklerin arasında yaygın olduğunu Abu Dulaf'ın seyahatnamesinde anlattıklarından biliyoruz. Anadolu'ya gelen Türkmenlerin Zeydi Aleviliği inancında olduklarını söylemek yanlış olmasa gerektir. Ayrıca zaten Anadolu'da Malatya-Arguvan yöresinde 8. yüzyılın sonlarından itibaren İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd'in torunları yaşamakta ve geniş bir nüfuz alanı oluşturmuşlardı. Bugün Anadolu'daki en eski Seyyid Ocakları ve Zeyd soyundan gelenler Arguvan, Erzincan ve Isparta-Ulugbey'de oturmaktadırlar.

 

Zeyd'den inen Ali soylu ve Fatımi İsmaili dai'leri listesinde adı geçtiğini saptadığımız Seyyid Ebu'l Vefa'nın (Ö.1017) kurduğu yolun Irak, Suriye, Anadolu ve Daylam çok yandaşlarının olduğunu biliyoruz. Hünkar Hacı Bektaş'ın da bağlandığı Baba İlyas (Ö. 1240) ve onun piri Dede Garkın da Vefaiyye yolundandı. Silsilenamelere bakılırsa Ebu'l Vefa'nın 7. ve 8. kuşaktan torunları Seyyid Salih ve oğlu Seyyid İmad 13. yüzyılda yaşamıştır. Geniş ve etkili bir Alevilik inanç alanı oluşturmuşlardı. Bugün Anadolu'daki en eski Seyyid Ocakları ve Zeyd soyundan gelenler Arguvan, Erzincan, Tunceli ve Isparta-Ulugbey'de bulunmaktadırlar.

 

Demek ki Anadolulu Kızılbaşlar , M. Momen'in Safeviler için teşhis ettiği gibi, Zeydi imamcılığı ile birlikte Alamut İsmaili Aleviliği (batıni) inanç geleneğinden geliyorlardı. Ama bu Oniki İmamları tanımaya ve yüceltmeye, kutsal saymaya engel değildi ve olmamıştır.

 

6. Kızılbaş Önderler "Ehl-i İhtisas" Adıyla Bir Çeşit İhtilal Konseyi Oluşturmuş Siyaset Yapıyor ve Devlet Yönetiyorlardı

 

Safevi-Kızılbaş ihtilali önderleri, devlet yönetimindeki deneyimsizliklerine rağmen, belirtmeye çalıştığımız gelenek ve inançlarından kaynaklanan bilgilerle bir mekanizma oluşturmuşlardı. Şah İsmail'i Gilan'da sakladıkları dönemde (1494-1499), inançları gereği Mürşid ve mürid (talip) ilişkileri içinde, "Ehli İhtisas" adı altında "Lala, Abdal, Dede, Hadim (hizmet gören) ve Halifat al- Hulâfa (Halifeler halifesi)"den oluşan bir kurul kurmuşlardı.

 

Bu yüksek kurul, bir ihtilal konseyi gibi çalışmış Karamanlu, Rumlu, Dulkadir, Tekelü, Ustaçlu Samlu Kızılbaş Türkmen aşiretleri ve askeri aristokrasisinin birlik ve beraberliğini sağlayarak, Hazar kıyılarından, Anadolu'nun içlerine Teke İli'ne uzanan çok geniş bir alan içinde etkin propaganda eylemleri ve çok sayıda savaşları yönetmiş, Kızılbaş devletini kurup 1501-2'de Şah İsmail'i tahta oturtmuşlardı.

 

Balım Sultan'ı incelerken kısaca değindiklerimiz yinelersek; "Ehli İhtisa" kurulu, devleti kurduktan sonra Lalalığı kaldırarak, yerine "Vekil-i Nefs-i Nefis-i Humayun" adıyla bir yüksek görev yarattı. Bu görev, Şah İsmail'in hem 'Padişah' olarak dünyasal yani siyasal iktidarının, hem de 'Mürşid-i Kâmil' olarak inançsal iktidarının vekillik kurumuydu. Bu kurum bir süre için, geleneksel sadrazam ve tüm bürokrasinin, yani Umera'nin başı görevlerini içeren Vezir iktidarlarını gölgede bıraktı. Vekil, Savory'nin deyimiyle Şah İsmail'in "alter ego"su, yani ikinci kişiliğiydi. Bu kurumun yaratılması, Şah İsmail nezdinde, teokratik yönetim biçimiyle ile siyasal bürokrasi arasındaki boşluğa açıkça bir köprü kurmak girişimini gösteriyordu. Vekilliğe, Ehl-i İhtisas'tan eski Lala Şamlu Hüseyin Beg getirildi.

 

Böylelikle Şamlu Hüseyin Beg, hem Şah vekilliğini, hem de Emir ül- Umara (Emirlerin başı) yetkisini üstlenmişti. İktidar bu kişinin ellerinde ve dolayısıyla Kızılbaş Ehl-i İhtisas kurulunun sorumluluğunda bulunuyordu. Böylece bulunan ve yaratılan Alisoylu bir hanedanın mensubu Şah İsmail, "Ali'nin mazharı veya kurtarıcı Mehdi" görüntüsüne sokularak, onun kutsal kişiliği öne çıkartılarak, taçlandırılıp Kızılbaş-Safevi Devleti kuruluşu tamamlanmıştı.

 

Ehl-i İhtisas Kurulu, Kızılbaş İhtilali konseyi gibi çalışırken; bir yandan siyaset (teorisi) üretiyor; Halifeler Halifesinin Anadolu, Suriye, Azerbaycan, İran'da Horasan ve Kuzistan eyaletlerine gönderdiği halifeleri aracılığıyla Ortodoks İslam (Sünni ve Şii) dışındaki Oniki İmamcı Alevi-Bektaşi ve Ehli Hakçı,İsmaili, Hurufi vb. heterodoks (aykırı) İslam toplulukları ile iletişim kurulmuş siyaset ve bilgi alışverişi yapıyordu. Ağırlık ve en yoğun çalışma Anadolu Alevi-Bektaşileri arasındaydı.

 

7. Küçük Asya (Anadolu) Ve Kızılbaş-Safevi İlişkisi

 

Şah İsmail'i kuşatmış Ehl-i İhtisas Kurulu kuruluşundan (1494-5) Şah Vekilliğinin yitirip, ayrıcalık ve sorumluluklarının azaltıldığı yıla (1508) kadar geçen dönemde, Küçük Asya'daki en güçlü devlet durumunda olan Osmanoğulları'ydı. . Bayezid'in yönetimindeki Osmanlılar Arnavutluk'a kadar bütün Balkanlara hükmetmekle birlikte, bugünün Anadolu'sunun ancak dörtte biri ellerindeydi. Batı ve güneybatı Anadolu, Trabzon'a kadar kuzey kıyılar, Kayseri'ye kadar Orta Anadolu'ya hakimdi.

 

Gerek Osmanlı topraklarında ve gerekse Beyliklerdeki kırsal bölgelerde yaşayanların ezici çoğunluğu, çeşitli Türkmen boylarına mensup Alevilerdi. Anadolu'da istikrarlı bir merkezi yönetimin bulunmaması, Beyliklerin ve Osmanlının ağır toprak ve vergi yazımlarıyla halkı canından bezdirmesi, inançlarından ötürü zulüm ve baskılar Türkmenleri, başlarda değinildiği gibi, Safevi Cüneyd ve özellikle Şeyh Haydar'la birlikte Kızılbaş ihtilalinin içine sokmuştu. Karamanlu, Tekelü, Şamlu, Ustaçlu ve Rumlu Türkmenlerin büyük bir kısmı daha o zamandan İran ve Azerbaycan'a göçederek, Şeyh Haydar'ın ilk Kızılbaş ordusunu oluşturmuşlardı.

 

Anadolu Alevi-Kızılbaş halkları arasındaki geniş propaganda ve özellikle Ali donunda, Hacı Bektaş donunda Şah İsmail'in ortaya çıkarılışı kitleleri çok etkilemişti. Şah İsmail'in 1501 baharında Erzincan'a gelişi ve iki ay sonra 7 bin (ya da 12 bin) kişilik kuvvetle Azerbaycan'a dönüp savaşlara girişmesi, Kızılbaş kitlelerin bir önder bekledikleri ve kendi devletlerini-yönetimlerini kurmaya hazır olduklarını gösteriyordu.

 

Kızılbaş-Safevi hareketi ve Şah İsmail olgusuna modern Türk tarihçileri, Osmanlı tarihyazıcıların gözüyle bakmış. Şah İsmail İran hükümdarıdır İran tarihini ilgilendirir denmiş. Daha da ileri gidilerek, 15. yüzyılda, 16. yüzyılın başlarında, sanki Anadolu bugünkü sınırlarıyla Osmanlılara aitmiş gibi, Anadolu Alevi halklarını Kızılbaş İran'la işbirliği yapmak ve Osmanlı'ya ihanetle suçlamışlardır. Bu yüzyıllarda sanki Osmanlı Alevilerin devletiymiş gibi, bu topluluklara ve yetiştirdikleri ozanlara İran Şahlarıyla işbirliği yapmış açık veya kapalı hain gözüyle bakmayı hala sürdürmektedirler.

 

Bir kere daha şunu açıkça belirtelim: Safevi hanedanını ortaya çıkaran, yaratan Kızılbaş Türkmenlerdir. Çünkü başka bir yönetim biçimi bilinmediğinden ve inanç itibarıyla da bir Alisoylu'nun hükümdar olması gerekiyordu. Önasya'daki mevcut feodal devletler ve beyliklerin (Osmanlı, Mısır Memluk, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Timuroğulları ve Anadolu'daki beylikler) özelde Anadolu'ya, genelde ise tüm Önasya'ya egemen olma ve paylaşım savaşları yüzyılı içerisinde, uzun süreli bir ihtilal mücadelesi sonucu kurulmuştu Kızılbaş Safevi devleti.

 

Zeydi-Alevi, İsmaili Alevi inanç ve ihtilalci geleneğinden gelmiş bu yığınlar 13. yüzyılda Babai başkaldırı siyasetiyle Anadolu'yu sarsmıştı. Kökü, 1420'de bastırılmış Bedreddinilik ihtilalci siyasetine dayanan Kızılbaş hareketi 1450'lerde Şeyh Cüneyd'in Anadolu'da Varsak Bedreddinileri ve Çepni Alevileriyle birlikte çıkış yaptığı mücadeleyle başladı. Oğlu Şeyh Haydar'ın, rüyasında Ali'den aldığı buyrukla yarattığı 12 dilimli kızıl renkli Haydari Kızılbaşlık ihtilalci siyasetinin simgesi oldu. Büyük yengi ve yenilgiler, dağılmalar, toparlanmalarla Anadolu'dan dalga dalga kalkan Kızılbaş Türkmenler, yarim yüzyıllık sürekli ihtilal sonucu Kızılbaş Safevi devletini kurmuşlardır.

 

Bu devlet, bakmak istemediğimiz ulusalcı gözle değerlendirilirse, Osmanlı'dan daha fazla Türk idi. Kızılbaş Safevi devleti, aşağıda açıklayacağımız gibi 1533-34 yıllarına kadar bir İran devleti olmamıştır; İnanç ve felsefesiyle, eyalet valilikleri dahil geniş yönetim kadrolarıyla ve ordusuyla tam bir Kızılbaş Türkmen devletidir. Osmanlı bunu çok iyi biliyordu, ama siyasetini "Erdebilli Kızılbaş Pelid (pis çocuk)" üzerine kurmuştu. Amaç İran devletini ortadan kaldırmak ve ele geçirmek değil, hayran oldukları dilini ve kültürünü benimsedikleri Farsları (İranlıları) sapkın-dinsiz (rafizi-mülhid) Kızılbaşlardan kurtarmaktı; Ortodoks İslamlığı (Sünnilik ve Şiilik) güçlendirmekti.

 

Bizim tarihçilerin aksine İranlı tarihçiler de, bu dönemi İran tarihi içinde görmek istememektedirler. Gulat saydıkları Kızılbaşlığı, Oniki İmamcı Şliğe vurulmuş bir darbe ve dinsizlik olarak görmektedirler.

 

Osmanlı tarihyazıcıları ve resmi tarihin yere batırdığı, lanetlediği Kızılbaşlığın, genelde Anadolu Türk tarihi içerisinde, özelde Aleviliğin siyaset tarihinde çok başarılı, çok seçkin ve onurlu bir yeri vardır. Onuncu yüzyılın başlarından bu yana, yani Zeydi Hazar Devletinin yıkılışından sonra, 150 yıllık Alamut İsmaili-Alevi devletinin ardından, yaklaşık 250 yıl sonra ilk kez, Alevilik inanç ve düşüncesinden doğan Kızılbaşlık siyaseti, yarım yüzyıl süren silahlı mücadele sonunda iktidara taşınmıştı. Başlarda Karakoyunlu, Akkoyunlu, Gürcü, Timuroğulları vb. feodal devletler kesin yenilgiye uğratılarak Erdebil çevresi temizlenip, Şah İsmail önce dergahta Mürşid postuna oturtulmuş. Burada yapılan Cem'lerde ikrar meydani açılıp, Dar-Didar görülerek çok önemli kararlar alınmıştı.

 

Erdebil'den çıkılmadığı, yani Şeyhlik aşılmadığı takdirde, Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Sultan Ali gibi Şah İsmail de yaşatılmayacaktı. Üstelik Erdebil'in kuruluşunun Sünni olduğu iddiası, Hacı Bektaş ilkelerine bağlı Anadolu Alevi Türkmenlerini rahatsız ediyordu. Şeyh Haydar'ın oniki dilimli kızıl Haydari tacı büyük çapta bu rahatsızlığı aşmıştı. Ama Anadolu'da çeşitli beyliklerin topraklarında yaşamakta olan Alevi Türkmenler arasında hala tartışılıyor olmalıydı.

 

Ayrıca, 1453'de İstanbul alınmasıyla, bin yılı aşkın tarihi olan Bizans devletinin tüm yönetim kurumlarıyla mirasına konarak devlet olma aşamasını çoktan tamamlamış ve bir cihan imparatorluğuna doğru ilerleyen Osmanlı devleti sınırları içerisinde Hacı Bektaş Dergahı bulunmaktaydı. Balkanlarda Arnavutluk'a kadar uzanan imparatorluk içinde köy köy, oba oba dolaşıp Cemlerini yaptıran, ibadet ve inançlarını, Muhammed-Ali yolunu sürdüren Dede'leri Hacı Bektaş Dergahına bağlıydı. Orada kazan kaynatıp icazet alıyorlardı. İnançlarının merkezi ve en kutsal ziyaret yerleriydi. Ama bu durumun, belki yükselmiş birkaç bireysel itirazın dışında, bir engel oluşturmadığı anlaşılıyor.

 

Şeyh Bedreddin başkaldırısında mücadele gücünü oluşturan Balkanlarda Dobruca'lı Saru Saltuklular ve Kızıldeli Sultan'a bağlı Alevi-Bektaşiler, Anadolu'da Torlaklar, Abdallar, Kalenderi, Ağaçeriler vb. adlarını taşıyan aynı Alevi Bektaşi Türkmen topluluklarıydı ve bu Dergâh'a bağlıydılar. Anlaşılıyor ki, Anadolu Aleviliğinin, ne Bedreddini, ne de Kızılbaşlık ihtilalci siyaset dönemlerinde, Hacı Bektaş Veli Dergâh'ında postta oturanlar, toparlayıcı ve kitlelerin peşinden gideceği siyasal önderlik niteliği taşıyan kişiler değildi. Olasıdır ki Dergâh sadece, yılda bir kez Muharrem ayı Matem törenlerinde ziyaret edilip aşure pişirilerek "hak lokması" Dağıtıldığı; Görgü cemleri yapılıp düşkün kaldırıldığı; bölgesel Seyyidlerin, oymak ve aşiret Dedelerinin kurban kesip "kazan kaynatarak Dedelik İcazetlerini" yeniledikleri veya aldıkları bir inanç merkezi konumundaydı.

 

Hacı Bektaş Dergâhı, Hünkâr'ın ilk ardası Abdal Musa Sultan (Öl. 1360'lar) ile birlikte siyasi özelliğini yitirmiş görülüyor. Osmanoğullarını terkedip, Teke yöresini ele geçirip, Elmalı'da tekkesini kurmuş olan Abdal Musa yetiştirmesi Seyyid Ali Sultan'ın (Öl.1402-20), ustasının tersine savaşçı kişiliğini Sultanların emrine vermiş olduğu ve fetihlerde bulunduğunu Menakibname'lerden öğrenmekteyiz. Onun I. Murad ve Yıldırım Bayezid ile ilişkelerinin çok iyi olduğunu, birincisinin Hünkâr'ın türbesini tanınmış mimar Yanko Madyan'a inşa ettirdiğini aynı kaynaklar söylemektedir. Seyyid Ali Sultan'ın Daha sonraları, fethinde bulunduğu Dimetoka'da tekkesini kurup, oraya yerleştiği biliniyor.

 

Ayrıca son yıllarda ele geçen kendisine elden verildiği anlaşılan bir Musa Çelebi (ö.1413) fermanından Seyyid Ali Sultan'ın yaşadığı ve Bedreddini desteklemiş olduğu anlaşılıyor. Onun ölümündün sonra oğlu Rasul Bali 1441'e kadar Hacı Bektaş Dergâhı'nda postnişinlik yapmıştır. Küçük kardeşi Mürsel Bali bu sırada babasının kurduğu Dimetoka'da Seyyid Ali Sultan tekkesinde hizmet görmektedir. Rasul Bali'nin ölümüyle Hacıbektaş'ta Pir Dergâhı'nda postnişin olan Mürsel Bali (1384–1438) 44 yıl bu makamda kalmış fakat yaşamı süresince Dimetoka'daki Dergâh'ın işleriyle de ilgisini sürdürmüştür. Bir ayağı Hacı Bektaş Dergâhı'nda bir ayağı Dimetoka'da olan Mürsel Bali'nin, olasıdır ki ömrünün büyük bölümü Dimetoka'da geçmiş. Ancak yılın belirli zamanlarında Hacı Bektaş Dergâh'ına uğramıştır. Osmanlı padişahları, Seyyid Ali Sultan ve oğullarını, Rumeli ve Balkanları fetih ve İslamlaştırma siyasetinin içine sokmuşlar ve Hacı Bektaş Dergâhı'nın dünyasal işlevini yoketmeyi yeğlemişlerdi. Siyaset gücü çok zayıflamış Hacı Bektaş Dergâhı'na bağlı Anadolu Alevileri Erdebilli Cüneyd ve Şeyh Haydar'ı bağırlarına basmakta tereddüd etmediler. (İsmail Kaygusuz, Görmediğim Tanrıya Tapmam, Kızılbaşlık ve Materyalizm, Genişletilmiş 2.Baskı, Su Yayınları, İstanbul,2009'dan)

 

________________________________________

 

 

[1] Cemaleddin'in torununun torunu Yusuf Baba'nın II. Bayazid (1481-1512) döneminde Sivrihisar'da yaşadığını ve "Mahbub-u Mahbub (Sevgilinin sevgilisi)" adli bir manzum eseri olduğunu biliyoruz. (A. Gölpınarlı, Alevi-Bektaşi Nefesleri, İstanbul–1963, s. 274–275) Bu arada tanınmış Somuncu Baba (Şeyh Hamidi Veli)'nin da Hoca Ali'nin müridi olduğunu görüyoruz. Yıldırım Bayezid döneminde yasamış ve Bursa Ulu camisini 1399'da açılışında ilk hutbeyi okuyan Somuncu Baba'nın her ne kadar tahsil için Erdebil'e gidip, kendisini Hoca Ali'ye teslim ederek, müridi olduğu anlatılıyorsa da (İlhan Yardımcı, Bursa Evliyaları, İstanbul–1976, s. 335–337), onun da Timur'un tutsakları arasında olduğu çok büyük olasılıktır. Bu konuda daha önce sözetmemiz gereken bir başka bilgiyi, son yıllarda ortaya çıktığı için burada kısaca özetlemek istiyoruz: Şeyh Hoca Ali'nin kardeşi Cemaleddin'in torunundan önce, kendi oğlu Şeyh İbrahim'in (1429-1447) 1400'lerde Timur'un ordusuyla Anadolu'ya geldiği ve Bugünkü Hekimhan'ın Mezirme köyünde tekkesini kurduğu ve geniş bir talip çevresi oluşturduğunu öğreniyoruz. Şah İbrahim Veli olarak bilinen bu zatın evlatlarının oluşturduğu Seyyid Ocağının halâ Tokat'tan Amasya'ya ve Malatya'dan Suriye topraklarına kadar çok geniş bir talipler ağına sahiboluşu, bizce çok önemli bir konuyu daha aydınlığa çıkarıyor: Oğlu Şeyh Cüneyd'in 1449'da Anadolu'ya kaçmasının nedeni, en başta babasının talip çevresine sığınarak güvenliğini sağlayabileceğini düşünmesidir.(Şah İbrahim Vei'ye ilişkin geniş bilgi için bkz.Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi Sayı:30-2004, s.11-139.)

[2] Walter Hinz, Çev. Tevfik Bıyıklıoğlu, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, Ankara-1992, s. 65, dipn. 4.

[3] Walter Hinz, agy. s. 65.

[4] Ziya Şakir, Mezhepler Tarihi, İstanbul, 946, s. 87.

[5] Walter Hinz, agy. s. 66-67; Faruk Sümer, Safevi Devleti'nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara-1992, s. 13, 15, 21.

[6] F. Sümer, agy. s. 22.

[7] Walther Hinz, agy. s. 9. Dipnt. 3, 4.

[8] Relazione, s. 48 vd.

[9] R. M. Savory, "Safavid Persia" The Cambridge History of Islam I, Cambridge-At The University Press, 1970, s. 399.

[10] İ. Kaygusuz, Alevilik İnanç, Kültür, Siyaset Tarihi ve Uluları I İstanbul–1995, s. 75-88.

[11]B. S. Amoretti, "Pre-Safavid religious topography" The Cambridge History of İran Vol. VI, s. 634.

[12] Moojan Momen, An Introduction to Si'i Islam, The History and Doktrines of Twelver Si'ism, London-1985, s. 108

[13] R. M. Savory, The Cambridge History of Iran, Vol. 6, s. 357.

[14] R. M. Savory, agy. s. 358-359.

[15] Orta ve güney bölgelerde, Hamidoğulları Antalya şubesi, Alaiye Beyliği 1507, Konya ve Karaman'da Karaman beyliği 1513, Maraş Elbistan Malatya'da Dulkadiroğluları 1515, Adana ve Tarsus'da Ramazanoğulları beylikler 1517 tarihlerinde Osmanlılara katılmıştı. Doğu'da Diyarbakır'dan Azerbaycan'a kadar hükmeden Akkoyunlular ise Şah İsmail tarafından ortadan kaldırılmış ve Kızılbaş devletine bağlanmıştı.

[16] Faruk Sümer, Safevi Devletinin kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara-1992, s. 20.

[17] Hacı Bektaş'ın ölüm tarihini 1337 kabul edenler açısından, Seyyid Ali Sultan'ın -öbür adıyla Kızıl Deli-, Hacı Bektaş'ın oğlu Seyyid Ali Timurtaş olması doğru görünse de, Hünkâr'ın 1271–73' de ölmüş olduğu gerçeği bunu geçersiz kılmaktadır. Ancak Kavanin-i Yeniçeriyan ve Risalatal- Tac'da geçen "...zamanin evlad-i Hacı Bektaş Veli'den (Seyyid Ali) Temürtaş Dede" (A. Gölpınarlı, Vilâyetname, İst. 1990, s. 129–127) ifadesi bizce, Seyyid Ali Sultan'ın kesinlikle Hacı Bektaş soyundan geldigi ve aradaki bir kuşaklık fark dolayısıyla büyük olasılıkla torunu olduğunu gösterebilir. Bugün bile bir Seyyid Ocağı'na mensup yaşayan bir Dede için: "Zeynelabidin evladı, Musa Kazım evladı, Baba Mansur evladı, şeyh Hasan evladı vb." söylemleri -adi geçen kimselerin oğlu olamayacağına göre-, soylarını göstermektedir.

[18] A. Celaleddin Ulusoy, Hünkâr Hacı Bektaş Veli ve Alevi-Bektaşi Yolu, Hacıbektaş–1986, s. 67–69.

 

                                                      - Makaleler -