Âşık Remzâni

 

 

 

ALEVİ-BEKTAŞİLİKTE MİZAH

 

Namık Kemal DOĞANAY

 

 

Mizah, toplumsal olaylara, geleneklere, göreneklere, örf ve adetlere, devlet yönetimine, sisteme, bağnaz - tutucu yaşama, katı din kurallarına ve egemenlerin yönetimine eleştirel gözle bakan; güldürü ve düşündürme sanatıdır. Mizah gülmeyi sağlamakla birlikte,  temelinde sorgulama ve sorgulatma vardır. İnsanın en doğal ihtiyacı olan gülmeyi sağlayan mizah, aynı zamanda insanlara bilgiyi, araştırmayı, önyargılardan kurtulmayı, olaylara farklı bakış açısından bakmayı, düşündürerek kazandırır. Düşündürme ve güldürme sanatı olan mizah,  kişilerin-toplumların zeka düzeyleriyle, bilgi ve kültürleriyle, gelenek, görenek, örf ve adetleriyle, gelişmişlik düzeyleriyle, yönetim ve yöneticilerin yönetim şekilleriyle yakından ilgilidir. Bu nedenle mizah, toplumların aynasıdır; yapılan mizaha bakarak, kişi ve toplumlar hakkında bilgi edinilinir.

 

Mizah farklı amaçlar için yapılabilir;

 

* Mizahla birlikte önyargılı-katı düşüncelere sahip kişilere farklı bakış açısı kazandırılabilir.

 

* Mizahla, ciddi ve kötü sonuç çıkma ihtimali durumlarda, zekice cevaplar verilerek ortam yumuşatılabilir    ve tehlikeden kurtulabilinir.

 

* Mizah olası çatışmaları önleyerek, karşıdakinin çarpık düşüncelerini açığa çıkarabilir.

 

* Karşı tarafça yapılan saldırgan tutumlar mizahla giderilebilir.

 

* Mizah, var olan sorunlu duruma dikkat çekmeye katkı sağlar.

 

* Mizah, karşı tarafın yanlış, saplantılı, egemen, tekçi düşüncesinin yanlışlığını açığa çıkarabilir.

 

* Başka fikir, bilgi, düşüncelere kapalı olan, tek doğrunun kendi bildiği olduğunu savunan ve başka düş    ünceleri, fikirleri öğrenmek istemeyen kişilere güldürerek bilgi, düşünce, fikirler aktarabilir.

 

* Mizahla, belli fikirleri ifade etmek ve empoze etmek kolaylaşır.

 

Mizah, komedi, hikaye, nükte, şathiyye, karikatür, fıkra, hiciv, taşlama gibi yazılı ve sözlü şekillerde yapılabilir. Alevi-Bektaşi mizahında ise, fıkra ve şathiyye ön plana çıkmaktadır.

 

Şathiyye, Tanrı’yı eleştiren, yeren ironik tarzlı şiirlerdir. Bu tür şiirlerde alaylı ve mizahi anlayış bulunmaktadır. Bu şiirlerde ozanlar, ciddi bir düşünce ve duyguyu,  iğneleyici, sorgulayıcı ve düşündürücü tarzda dillendirirler. Fıkralara göre daha ciddi konular işlenir, derin bir bilgi ve felsefe sözkonusudur. Bu tür şiirlerin en tanınmış ozanları Kaygusuz Abdal, Harabi, İbreti,  Azmi ve Yunus Emre’dir. 

 

Ademi balçıktan yoğurdun yaptın,
Yapıp da neylersin, bundan sana ne
Halk ettin insani cihana saldın
Salıp da neylersin bundan sana ne

Bakkal mısın teraziyi neylersin
İşin gücün yoktur gönül eğlersin
Kulun günahını tartıp neylersin
Geçiver suçundan bundan sana ne

Katran kazanını döküver gitsin
Mümin olan kullar didara yetsin
Emreyle yılana tamuyu yutsun
Söndürsün tamuyu bundan sana ne

Sefil düştüm bu alemde naçarım
Kıldan köprü yaratmışsın geçerim
Sol köprüden geçemezsem uçarım
Geçir kullarını bundan sana ne

Kaygusuz Abdal der cennet yarattın
Cehenneme nice kulları attın
Nicesin ateş-i aşk ile yaktın
Yakıp da neylersin bundan sana ne

 

Alevi-Bektaşi mizahı denildiğinde ise, akla ilk olarak Alevi-Bektaşi fıkraları gelmektedir. Fıkra, günlük hayatla çelişen beşeri ve sosyal olayların, eleştirel ve güldürücü olarak kısa ve özlü anlatıldığı hikayelerdir. Fıkralar, toplumların zeka seviyesi, hazır cevaplılığı, estetiği, kültürleri, olaylara bakış açıları ile yakından ilgilidir.  Yaşadığımız coğrafyanın kültüründen oluşan Nasrettin Hoca, Bekri Mustafa, Temel ve Bektaşi fıkraları, toplumda yanlış giden, eksik veya düzgün işlemeyen durumları, kurumları, yönetim ve yöneticileri, olayları eleştirir, kıssadan hisse, yani bir ders vermeye yöneliktir.  

 

Bektaşi fıkraları gerçek hayattan kopuk, katı taassupla alay ederek,  hayatın gerçeklerine uygun davranmaya, yaşamaya ve düşünmeye güldürerek yöneltir. Bektaşi fıkralarının temelinde, haksızlıklara karşı gelen, yobazlığı eleştiren, gerçekliği-bilimi ilke edinen, çalışmayı öne çıkaran, insanı, doğayı, canlıları sevmeyi, eşitliği-paylaşmayı, kul hakkını yememeyi savunan öğreti içermekte; mizahın-gülmenin yanında aynı zamanda derin bir felsefe ve mantık bulunmaktadır.

 

Bektaşi fıkraları, katılığa karşı hoşgörü anlayışını vurgular. Bektaşi fıkralarının içinde kıvrak ve keskin zeka, derin dini-felsefi bilgi, mizah, alay, ikna, eleştiri ve uyarmayla iğneleme söz konusudur. Bektaşinin fıkraları, akla- mantığa- zamanın gerçeğine uygun inancından ve derin felsefi düşüncesinden beslenir.

 

İlhan Selçuk ise, Alevi-Bektaşi mizahını Enelhak felsefesine dayandırmıştır.  08.12.2008 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde İlhan Selçuk, “Gülmek, gülümsemek, mizah, espri, nükte Bektaşilikte ne kadar içleniyorsa Nakşilikte o ölçüde dışlanıyor...Dincilik egemenleştikçe ortalık o oranda kararıyor...Alevi-Bektaşi mizahı Enelhak felsefesine dayandığından dünyada bir eşine rastlanmayan esprilerle haşır neşir bir gülmeceyi yaratmıştır...Ne Batı’da ne Doğu’da böylesine bir mizaha rastlamak olanağı var...1.5 milyar nüfuslu İslam dünyasında tek laik ülkenin Türkiye olması rastlantı değil...Tarihsel mirasın Atatürk devrimiyle Aydınlanma’ya dönüşmesi Enelhak felsefesi sayesinde doğal karşılandı...Enelhak mizahı, insan ruhunun aklın imbiğinden geçerek zekâyla türetilmesinden oluşuyor...” demektedir.

 

Sonuç itibariyle, insanların mizah anlayışı ile insanların zeka seviyesi, ruh sağlığı ve bilgi-kültürleri arasında doğrusal bir ilişki vardır. Mizah yapabilme kabiliyeti olan bireyler ve toplumlar, daha kıvrak bir zekaya, daha fazla bilgi ve kültüre, daha esnek bakış açısına ve daha iyi ruh sağlığına sahiptirler. Bu nedenle Alevi-Bektaşi fıkralarının toplumda Alevi-Sünni çatışmasını azalttığı, Sünni inanca sahip kişilerin bağnaz düşüncelerini törpülediği, Sünni insanlarda empatiyi geliştirdiği, toplumun ruh sağlığına olumlu katkı yaptığı,  farklı katı inanca sahip kişilerin Alevi-Bektaşi felsefesini anlamasına yardımcı olduğu, rahatlıkla söylenebilir.

 

Aşağıda Alevi-Bektaşi fıkralarından bir demet seçki size sunulmaktadır. Gülümsemeniz ve düşünmeniz hiç eksik olmasın!

 

*

Bektaşi Babası’na sormuşlar:                                                                                                       

- Allah var mı?..                                                                                                                           

Baba Erenler:                                                                                                                               

- Elbette var, demiş, seksen yıldır boğuşuyoruz, hep O’nun dediği oluyor...

 

*

Bektaşi bir yoksul köyden geçiyormuş, görmüş ki insanlar aç çıplak, güttükleri koyunlar kürklü tüylü...Başını yukarıya doğru kaldırıp ellerini açmış:

- Bre Allahım, demiş, koyunların yerine şu çıplakları giydirseydin ya...

 

*

Avcı Sultan Mehmet bir gün ava çıkarken yolda Bektaşi’ye rastlamış; ama, o gün şansı yaver gitmemiş, hiçbir şey vuramayınca öfkelenmiş; akşama döndüğünde burnundan soluyarak:      

- Uğursuzluk Bektaşi’de, demiş, yakalayıp kellesini vurun...

Bektaşi’yi yakalayıp huzura çıkarmışlar, icabına bakacaklar...

Bektaşi, Sultan Mehmet’e demiş ki:

- Padişahım, sen beni gördüğün için bir keklik bile vuramadın, ben seni gördüğüm için kellem gidiyor; söyle bakalım uğursuzluk hangimizde?.. Sende mi, bende mi?..

Padişah gülüp Bektaşi’yi bağışlamış...

 

*

Bektaşinin birine konuk gelecekmiş. Bektaşi kara kara düşünmeye başlar: Elde yok, avuçta yok… Mahcup olmak da istemiyor…

 

Komşusu Yahudinin bir sürü keçisi varmış.. Onlardan birini çaktırmadan alıp kesmiş.. Ama çaktırmadığını sanan kendisi.. Yahudi, ağacın arkasından görmüş durumu.. Demiş ki kendi kendine, “Kadıya gitsem… Kadı Müslüman, o Müslüman, ben Yahudi… Davayı kazanamam. Hadi kazandım, Bektaşinin nesi var ki, ondan alıp bana vere… Biz artık Allahın huzurunda hesaplaşırız…”

 

Yıllar geçmiş. Yahudi, Allahın huzurunda davacı olmuş Bektaşiden… Mahkeme kurulmuş. Allah, “Sen Yahudi kulumun keçisini kesmişsin…”, demiş Bektaşiye. “Kesmedim”, demiş Bektaşi. “Ben gözlerimle gördüm…”, demiş Yahudi.

 

“Allahım… Bir mahkemede bir adam hem şahit, hem davacı olamaz…” demiş Bektaşi. “Haklısın ama, ben her şeyi görürüm. Ben de gördüm, kestiğini…”, demiş Allah.

 

“Allahım… Aynı mahkemede, hem şahit, hem hakim olunmaz…”. Allah, “Gene haklısın…” demiş ve eklemiş, “O zaman getirin keçiyi ona soralım…”.

 

Bektaşi, “Ne!.. Keçi burada mı? Ver onu o zaman bu Yahudiye… Bitsin bu dava!..”

 

*

Koyu sofu ile Bektaşi, bir başka kente gitmek üzere bir kervana katılırlar. Sofu, ikindi üzeri namaz kılacağını söyler. Bektaşi: “Geç kalırsan kervanı kaçırırsın; onun için sünneti bırak da yalnız farzı kılıver”, diye öğüt verir.

 

Sofu Bektaşinin sözüne uyar. O gece bir yerde konaklarlar. Ertesi sabah sofu, Bektaşiye sitem eder. “Dün bana sünneti kıldırmadın, gece rüyama peygamber efendimiz girdi!..” Bektaşi adamın sözünü ağzına tıkar: “Daha ne istiyorsun! Farzı da bırak rüyana bu kez tanrı girsin!..”

 

*

Bir gün yolda yaya giden Bektaşinin önüne bir atlı çıkar:

-Baba, bir müşkülüm var. Beni aydınlatır mısın?

Bektaşi yanıt verir:

-Elimden gelen bir şeyse, hay hay, oğlum.

-Şunu öğrenmek istiyorum: Şu anda Allah ne yapıyor acaba?

Sualin münasebetsizliğine içerleyen derviş, hiç belli etmez:

-Yanıt veririm ama, bir şartla, sen o attan in, ben bineyim.

-Neden?                                                                                                                                          

-Böyle yüksek birsuale yüksekten yanıt vermek gerekir de ondan!

Adam attan inmiş, Bektaşi binmiş. Adam:

- Haydi, söyle bakalım. Allah şimdi ne yapıyor?

- Ne yapacak? Atı senin gibi budalanın elinden alıp, benim gibi akıllıya veriyor.

 

*

Bir Bektaşi her ne olursa ”Allahtan…”, dermiş. Bir gün bir külhanbeyi bu Bektaşinin ensesine okkalı bir tokat patlatmış. Bektaşi arkasını dönünce külhanbeyi; “Baba erenler ne bakıyosun? Allahtan!..”, demiş.

 

“Eyvallah evlat… Ben de Allahtan olduğunu biliyorum, ama hangi pezevengin eliyle yaptırdı diye merak ettim; ondan baktım!..”

 

*

Bektaşi ata binecek ama boyu kısa olduğu için sıçramaları sonuç vermiyor. “Ya Ali!..”, der, sıçrar. Bir sonuç alamaz. “Ya Hasan!..”, der bu kez. Ama sonuç değişmez. Son umudu Hüseyin’dedir. “Ya Hüseyin!..”, diyerek yeniden sıçrar. Bu kez de aşıp öte yandan düşer. Yerden kalkarken kendi kendine söylenir; “Hey kurban olduklarım!.. Teker teker çağırdım, gelmediniz. Sonunda acıyıp hep birlikte yüklendiniz!..”

 

 

KAYNAKÇA:

 

-          Boratav, Pertev Naili. Folklor ve Edebiyat, Adam Yayınları, 1982

-          Kaygusuz, İsmail, Görmediğim Tanrıya Tapmam. Su Yayınları, 2009

-          Selçuk İlhan, Cumhuriyet Gazetesi. 08.12.2008

-          Yıldırım, Dursun. Türk Edebiyatında Bektaşi Fıkraları, Akçağ Yayınları, 1999

 

                                                            - Makaleler -