Âşık Remzâni

 

 

 

Alevi Bektaşi Toplumunda Yenilik

 

Veliyettin Hürrem ULUSOY

 

 

Konu başlığı altında düşüncelerimi açıklamadan önce, bu toplumun çeşitli açılardan tarihini ve tarih içindeki önemli olayları çok iyi bilmek gerekir. Önce Alevi-Bektaşi kavramını açıklamaya çalışacağım.

 

Genel olarak Alevilik ve Bektaşilik ayrı anlamlarda kullanılan sözcüklerdir.

 

Alevilik, İmam Ali’yi seven, onu hak bilip yolunda gidenlerin bağlı oldukları bir inanış sistemini, dini akideyi tanımlar. Şia mezhebi veya Caferi mezhebi olarak da adlandırılan, zaman zaman politik görüşleri de içermiş olan, fakat aslında, İslamın temel kurallarındaki düşünce ve uygulama farkına yansıtan Alevilik, İmam Ali’nin ilkelerini kapsayan bir dini doktrindir.

 

Bektaşilik, Hacı Bektaş Veli’den sonra ortaya çıkmış, İslam esaslarını ve Alevi inancını, çağın gereksinmeleri ve Türk kültürü ile sentez yapan, insanlığın geleceğine ve uygarlığa yönelik, hoşgörülü bir dini felsefe sistemidir; ancak, Türk-İslam sentezi kesinlikle değildir. Temeldeki inanç aynı olmakla beraber kapsamında ve tarihsel gelişimde farklılık bulunduğu söz götürmez. Hz. Muhammed’in yaşadığı çağda başlayan Alevilik, İslam dünyasının her bölgesine dağılmış durumdadır. İslami esaslar yanında, Arap tarihinin ve Arap kültürünün etkisi hissedilir vaziyettedir. Doğuş çağındaki geleneklerin bir bölümü kısmen yaşamaktadır.

 

Bektaşilikte, İslamın temel prensipleri korunmuş olmakla beraber, kişisel ve toplumsal yaşantıdan, kişiyi dar ve katı kalıplara sokmayan toleranslı bir düşünce özgürlüğü getirilmiştir. Bununla beraber, iki düşünce sisteminde de inancın temelinin İmam Ali ve Hacı Bektaş Veli’nin, eşi bulunmaz kişiliklerine bağlı olması, Hacı Bektaş Veli’nin Ali soyundan geldiğine ve hatta ad değiştirmiş Ali olduğuna inanılması bazı bölgelerde ve özellikle ülkemizde Alevilik ve Bektaşiliği, birbirinden ayrılması olanaksız biçimde birleştirmiştir. Bu inanca bağlı her kişi kendisini hem Alevi hem de Bektaşi sayar. Tercih yapmadığı gibi inanç arasında hiçbir fark görmez.

 

Gerçektende, ülkemiz dışında bulunan, örneğin; Endonezya, Irak veya İran’daki Aleviler Hacı Bektaş Veli’nin adını bile duymamışlardır. Bu ülkelerde, kadının erkekten mahrem tutulması, içki yasağı, namaz ve orucun dinin şartı olması gibi kurallar taassup ölçüsünde sürdürülmektedir. Oysa Anadolu’da Hacı Bektaş Veli’den bu yana sözü geçen konularda uygar gelişime paralel, reformlar gerçekleştirilmiştir.

 

Taassuba dayalı katı kurallar yerine, insan ruhunun ve inancın yüceliğine dayanan bir ahlak sistemi geliştirilmiş, kişiler ve toplum bu yönde eğitilmiştir.

 

Bu itibarla, ülkemiz dışındaki Alevi inancını geleneksel deyimi ile Şia diye adlandırarak, ülkemizde inanç, gelenek ve düşüncede birbirinden farksız olan kişileri, Alevi-Bektaşi diye adlandırmak en doğru davranış olur, aslında gerçek budur.

 

Osmanlı Tarihinde Alevilik-Bektaşilikle İlgili Önemli Olaylar ve Sonuçları

 

Osmanlı’nın kuruluş aşamasında Alevi-Bektaşi tarikatının hakim olduğunu görüyoruz. Zaman içerisinde şeriatın ilerlediğini Fatih döneminde aşağı yukarı şeriat ve tarikatın eşit olduğunu, bu zamandan sonra da şeriatın gittikçe ağırlık kazandığını, özellikle Yavuz döneminde halifeliğin Osmanlı’ya geçmesinden sonra tamamen şeriat kurallarının hakim olması, tarihi bir gerçek olarak önümüze çıkıyor.

 

Tarihin bu şekilde akışından da Alevi-Bektaşi toplumu nasibini alıyor. Yüzyıllar boyu süren baskı, zulüm ve can korkusundan kuş uçmaz kervan geçmez tepe başlarına, dere içlerine yerleşiyor insanlarımız. Dikkat edilirse Alevi-Bektaşi toplumunun köyden daha büyük ilçe düzeyinde bir topluluğu yoktur. İnancını ve geleneklerini köy toplumuna uygun şekilde, kendine özgü yaşatıyor. Bu arada Alevi-Bektaşi tarihinin en önemli olaylarından birisi gerçekleşiyor. Bu olay Kalender Çelebi isyanıdır. Bu isyandan sonra Alevi-Bektaşi toplumu inanç ve gelenek aynı kalmakla birlikte parçalanıyor ve gruplara ayrılıyor.

 

Kalender Çelebi kimdir? Ayaklanma olayı nasıl olmuştur, sonuçları ve Alevi-Bektaşiler üzerindeki etkileri nelerdir?

 

Balım Sultan’ın ölümü üzerine, Hacı Bektaş Veli postuna kardeşi Kalender Çelebi geçiyor. 39 yaşında postnişin olan Kalender Çelebi, kültürlü ve şair tabiatlı bir kişidir. Vaktinin büyük kısmını kitap okumak ve şiir yazmakla geçirmektedir. Postnişiliğin ilk onbir yılında sessiz bir hayat geçiren Kalender Çelebi'yi 1527’de Kanuni Sultan Süleyman’a karşı bir ayaklanma hareketinin başında görüyoruz. Çok şiddetli bir biçimde patlak veren ve hızla yayılan bu ayaklanma sarayı telaşa düşürüyor. Osmanlı Devleti'nin en güçlü hükümdarı Kanuni Süleyman, Sadrazam İbrahim Paşa'yı büyük bir ordu ile isyancıların üzerine gönderiyor. Karaman, Sivas, Dulkadir Vilayetleri askerleriyle de kuvvetlendirilen İbrahim Paşa'nın ordusu ilk karşılaşmada darmadağın oluyor.

 

Kalender Çelebi isyanı, Osmanlı yazarlarının çoğunun iddiasının aksine ekonomik nedenlere dayanıyordu. Kanuni Süleyman tahta geçtiği zaman, para darlığına bir çare bulmak üzere arazi yazılmasını yenilemişti. Bu işlem keyfi tutumlarla sürdürülüyor, itiraz edenlere, Kadı Muslihiddin'in yaptığı gibi, sakallarını kesmek, dayak atmak gibi cezalar veriliyordu. Tımarlı sipahilerin ve köylülerin zararlı çıktığı bu arazi yazımı, ülke çapında geniş olaylar çıkmasına neden oldu. Kıyamın tabanını Bozok, Sivas, Maraş, Adana ve Tarsus çiftçi Türkmenleri oluşturmakla beraber aynı ayaklanmaya bir o kadar da Alevi olmayan sipahi ve köylü katılmıştı. İlk bozgun üzerine Sadrazam İbrahim Paşa, Kalender Çelebi safında bulunan tımarlı sipahilerle gizli ilişki kurarak, hepsinin arazisini geri vermeyi kabul etti ve onları çiftçi  Türkmen isyancılardan ayırmayı başardı. Böylece ikinci karşılaşmada Kalender Çelebi ordusu bozuldu ve kendisi de öldürüldü. Osmanlı tarihinde en büyük çiftçi köylü ayaklanması olarak nitelenen Kalender Çelebi kıyamı bu biçimde sonuçlandıktan sonra köylü bir daha baş kaldırmayacak şekilde ezilmişti. Ölümünden sonra, büyük kardeşi Balım Sultan'ın türbesinde toprağa verildi.Kalender Çelebi’nin ölümünden 24 yıl sonra yani 1552 yılı, Hacı Bektaş Veli Dergâhı'na Sersem Ali Baba adında bir kişinin dede-baba unvanı ile atandığı görülüyor. Mücerret (evlenmemiş) olduğu söylenen dervişler yerleştiriliyor. O tarihe kadar Hacı Bektaş Veli Dergâhı'nda dede-baba ve mücerret derviş diye bir şey yoktur. Bu tarihten sonradır ki Hacı Bektaş Veli evli idi, evli değildi tartışmaları zaman zaman alevlenerek sürmüş gitmiştir. Ve böylece ilk ayrılık tohumları atılarak  parçala böl idare et politikası uygulanmaya sokulmuş ve kısmen başarılı da olmuştur. Alevi-Bektaşi tarihindeki bu önemli isyandan sonra Hacı Bektaş Veli soyundan gelenlerin Alevi-Bektaşi inancını sürdürmedeki etkinliği ortadan kaldırmak için, Hacı Bektaş Veli’nin mücerret (evlenmemiş) olduğu söylentisinin çıkarıldığını iddia edenler de vardır. bu şekilde düşünenlere göre Anadolu’daki bazı ocakzâdelere Hacı Bektaş Veli’nin çocuksuz olduğu savları cazip gelmiş, kendi ocaklarının bu yönden itibarının artacağını düşünerek ve Hacı Bektaş Veli Dergâhı tarafından kontrol edilmelerini bertaraf etmek için bu rivayetleri desteklemişlerdir.

 

Bilindiği gibi Alevi-Bektaşi yolunda el ele el Hakk'a inancı vardır. Bu inanca göre talipleri dedeler, dedeleri Hacı Bektaş Veli Dergâhı kontrol eder. Bu otokontrol sistemi, yüzyıllar boyu devam etmiş, halen de devam etmektedir. Yukarı da anlatmaya çalıştığım sebeplerden dolayı bu sistemin dışında kalan büyük bir Alevi-Bektaşi toplumu vardır.

 

Sonuç olarak;

 

   1-   Kalender Çelebi kıyamından sonra Sersem Ali Baba’nın Hacı Bektaş Veli Dergâhı'na atanması ve Hacı Bektaş Veli mücerret olduğu iddiasının ortaya atılması,

 

    2-   Bazı ocakların bu düşünceyi desteklemeleri,

 

    3-   Alevi-Bektaşi toplumunun büyük baskılar altında kalmaları,

 

   4-   Ulaşım zorluğundan kaynaklanan nedenlerle Hacı Bektaş Veli Dergâhı'ndan kopuşlarla Alevi-Bektaşi toplumunu bin bir parçaya bölmüş, en büyüğü köy olan içine kapalı toplumları oluşturmuştur. İnanç temeli aynı olmakla birlikte sürek farklılıkları buradan kaynaklanmaktadır.

 

Bu gerçek ortaya çıktıktan sonra;  aynı inanca sahip olan bu toplum, aralarındaki ufak tefek farklılıkları büyütmeden, hangi ocaktan olursa olsun, el ele verilmesi, birbirlerini kucaklaması, birbirlerine sevgi ve saygı göstermeleri, bu yolda yapılacak en büyük reformdur.

 

İnanç ve Gelenekler Açısından Yenilikler

 

Bu konu çok hassas, bir veya birkaç kişinin  bu kişiler lider, dede, mürşit ne olursa olsun  düşünce paralelinde yapılması, çok tehlikeli olduğu gibi, parçalanmalara da neden olabilir. 

 

Aşağıda değineceğim konularda bunlar kesinlikle yapılmalı şeklinde bir düşünce ve iddiaya sahip değilim. Sadece fikir olarak tartışmaya açılsın. Toplum, kendine uyanı zaman içerisinde kabul eder veya etmez. Toplum neye karar verirse şüphesiz doğru olan da odur. Fakat bunun yanında inanca etki etmeyen birtakım basit yeniliklerin yapılması, zaman ve şartlara uyulması kaçınılmazdır.

 

Bunlar nelerdir:

 

1. Cem ve toplantılara katılırken yıkanıp temizlenmeli, çamaşır değiştirilmeli, rahatsız edici kokular içeren yiyecek ve içecekler yenilmemeli içilmemeli.

 

2. Cemlerde sakka suyu dağıtılırken bir bardak veya tastan herkes içmemeli. Küçük bardak veya kadehlere hatta günümüzde ucuz ve bol olan plastik bardaklarla herkese ayrı ayrı dağıtılmalı.

 

3. Kurban lokması yenirken yine aynı sistem uygulanmalı.

 

4. Lokma verirken el değil, çatal kullanmalı.

 

5. Cemlerde, kurbanlarda ve diğer toplantılarda, hizmet bölümü yapılmalı. Yük, üç-beş kişi üzerinde kalmamalı, herkes yardım etmeli.

 

6. Semah, düğünde, eğlencede yapılmamalı; sadece cemlerde yapılmalı. Çünkü semah yolumuzdaki oniki hizmetten birisi olup, bir ibadettir.

 

7. Cemlere ve toplantılara aşırı alkol alanlar katılmamalı.

 

Yukarıda değinmeye çalıştığım bu ve buna benzer yenilikler, zannediyorum kimsenin itirazına sebep olmayacaktır.

 

Bunun yanında sosyal yaşamı ilgilendiren yenilikler de yapılmalı, bunu yaparken yukarda bahsettiğim gibi toplumun, teklif edilen fikri irdeleyip kabul etmesi veya etmemesi sonucundan hareket edilmelidir. Alevi Bektaşi toplumunun son kırk yılda yaşadığı sosyal ve ekonomik değişikliği dikkate almak, burada en önemli etkenlerden birisidir. Yukarı da bahsettiğim gibi tarihte en büyük Alevi-Bektaşi toplumu, köydür. Otuz-kırk yıl  önce Avrupa’ya ve büyük şehirlere başlayan göç, toplumun sosyal yapısını değiştirmiştir. İnanç bazında olsun, sosyal yapıda olsun köy toplumuna uygulanan birtakım kurallar, mevcut topluma uygulandığında açık vermektedir. Bunlardan en önemli ikisi musahiplik ve düşkünlük müessesesidir.

 

Alevi-Bektaşi toplumunda çok güçlü bir ahlak sistemi geliştirilmiştir. İbadet şekillerinde ve yaşantının diğer bölümlerinde oldukça toleranslı davranıldığı halde, ahlak kurallarında etkin bir disiplin ve ona bağlı olarak caydırıcı yaptırımlar uygulanır. Ahlak dışı bir hareket, o kişinin toplum dışına atılmasına neden olur.

 

Toplum dışına atılan kimse ceme, kurbana katılamadığı gibi, kimse ona selam alıp, selam da vermez. Düşkün olan kimsenin, bilindiği gibi musahibi de düşkün olur. Ufak köy toplumunda, musahipler birbirlerini korur, biri diğerinin yanlış hareketine mani olabilirdi. Fakat bugünkü ortamda bunun mümkün olmadığı açıktır. Musahiplerden birisinin köyde öbürünün yurt dışında olduğunu düşünelim. Yurt dışında bulunan musahip suç işlediğinde, köyde bulunan muhasibi de cezalandırmak ne dereceye kadar doğrudur?

 

Musahiplik hepimizin bildiği gibi yol kardeşliğidir. Namusun dışında her şeyin ortak olduğu en ufak bir ayrıcalığın olmadığı bir müessesedir. Yurt dışında çalışan musahibin aylık kazancıyla, köyde bulunan musahipliğin aylık geliri arasında kuşkusuz fark vardır. Bunlar kazandıklarını ortaya koyup eşit bölüşe biliyorlar mı? Musahipliğin şartlarını tam olarak yerine getiren musahip kardeşler, bugünkü ekonomik ve sosyal şartlarda halen var mı? Bu yolu seven ve ona itikat eden bir kimse, eğer kendisine uygun musahip bulamıyorsa, yola girmemeli ikrar vermemeli mi? Buna mani olmak doğru mu? Köyden şehre gelmiş bir aileyi düşünün, ekonomik yönden sıkıntısı var, tüm aile fertleri çalışmak mecburiyetinde. Bu ailenin kızı babanın, annenin bilgisi dışında bir delikanlıyla kaçarsa, anneyi babayı ve musahip aileyi düşkün etmek ne dereceye kadar doğru? Köyde yapılan cemlerde düşkün olanlar bellidir, herkes tanır, bunlar ceme katılamaz, kurban eti yiyemezler.

 

Bugünkü duruma baktığımda çok farklı olduğunu görüyoruz. Toplumumuz Avrupa’da, İstanbul’da, Ankara’da veya diğer büyük şehirlerde cem yapıyor ve bu ceme herkes giriyor. Çünkü birbirimizi tanımıyoruz. Bu güzel geleneği korumamız açısından, buna nasıl bir çare bulmalıyız? Acaba dernekler, tarihteki köy işlevini üstlenmezler mi?

 

En önemli konulardan birisi de yapısal değişikliktir. Bunun için tarihi örnek alıp, bugünkü şartlara uygulamak mümkün olabilir mi? Tüm bunlar, üzerinde uzun uzun düşünülüp karar verilmesi gereken önemli konulardır. Toplum değişmek, yeniliğe ayak uydurmak zorundadır. Aksi halde toplum olmaktan çıkarız. Her şeye rağmen bu yola inanmış insanların yeniliğe açık olduğu, reformları uygulama kabiliyetlerinin bulunduğuna inanıyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

 

                                                            - Makaleler -